Fikrimizce!

27 Aralık 2013 Cuma

Okuduğum Son Kitap Johann Wolfgang Von Goethe - Genç Werther'in Acıları

Genç Werther'in acıları yayınladığı dönemde avrupada büyük bir etki yaratmış ve ciddi anlamda bir intihar modası yaratmıştır. Goethe bu romanı yazdığında henüz 25 yaşındaydı ve ilk romanının etkisi sayesinde avrupada ve tüm dünyada tanınan bir yazar olmuştur.

Kitap, çeşitli memuriyetlerde çalışan genç wertherin bir gün evli ve çocuklu bir kadına aşık olması sonucu hayatının gidişatını anlatıyor.

Aşkın pek çok evresini anlatmayı ustalıkla başarsada tutku ve yaratıcılık minvalinde zayıf kaldığını söyleyebiliriz. Tabi burada Goethe'nin kadınlar konusunda Arthur Schopenhauer'den etkilendiğini de unutmamak gerekiyor.

Kitapla ilgili olarak dönemin Avusturya kralının oğlu veliaht prens kitabı okuduktan sonra sevgilisi ile birlikte intihar ederek ülkeyi çok zor bir duruma sokmuştur.

Sonuç olarak ağır ama etkili ilerleyen bir kitap ve iyi bir okuyucu olmak isteyen kişilerce, zamanında avrupayı kasıp kavurmuş bu kitabı okumak ciddi bir zorunluluktur.

6 Aralık 2013 Cuma

Okuduğum Son Kitap Fyodor Mihailovic Dostoyevski - Ev Sahibesi


Ev sahibesi dostoyevski'nin çıtır hikayelerinden biri olarak duruyor olsa bile, kitap son çeyreğinde büyük bir süpriz yaparak sizi bambaşka bir yere götürüyor.

İlk başlardaki sıkıcı betimlemeler ve ana karakter ordinov'un başı boş sokaklarda dolaşması, ordan oraya savrulması gibi uzun ve sıkıcı paragraflar. Diyalogların azlığı ve olan diyaloglarda kimin kiminle konuştuğunun tam olarak anlaşılamaması biraz can sıkıyor.

Klasik rus edebiyatı örneklerinden olduğu konusunda şüphe yok ve askıda kalan bir finalle tadı damağınızda kalıyor.

30 Kasım 2013 Cumartesi

Kız Kulesi Hikayesi



Kız Kulesi Hikayesi
Başladığında her şey hazirandı galiba,
Bordo bir yalnızlıktı seni şehir içi aşklara taşıyan.
Zaten hiçbir şeyi zamanında sollayamamak,
Veya ortasını bulamamak hüküm sürüyordu.
Benimse gitmek gibi bir şey, bir çeşit uzun yol haritam.
Epeyce göçebe yaşadık, sadece iki valizimiz oldu bizim.
Sonra sen geldin, temmuzdu galiba.
Bir yığın tanıdığın,
Ama hep yalnızdın.
Kız kulesinin batışını izlerken aynadan,
Çözüldü dilimizin kemeri.
Ağustostu galiba, seninle sensiz konuşmalarımız.
Ben sana taşıdım içimde ki bütün yarım kalmış,
Adına dostluk denen hikâyeleri.
Ki nakliyesi zaman alır bir kalbin kırıklarının,
Başka bir kalbe yapıştırılması.
Yarınlarımızın ertelendiği bir zaman diliminde
Kol saati takamazdık ama,
Yine de güzel çocuklardık.
Bir geminin denize indirilirken gövdesinde kırılan şişe gibi,
Bizim de indirirken dostluğumuzu gökyüzüne,
Kırılan bir kaç anı ve bozulan bir kaç saat kaldı.
Açılan her kapak sonrası, bir İstanbul akşamında,
Yere serilen belgesel ruhlarımız vardı bizim.
Ve ince bir pencere aralığından süzülen,
Çocukluk günahlarımız.
Kıtalar ardına göç edenlerin peşi sıra bakacak cesaretimiz,
Yalnızlığa inat etmek için nedenlerimiz vardı.
Aksakallı dedelerin baston imalathanesinde çalışan ruhlarımızın,
Unutulmaya yüz tutmuş tozlu rafları üzerinde,
Ak kâğıtlara sarılı sırlarımız vardı bizim.
Alçaktan uçarken aklımızın yıldız askerleri
Hep bir paraşüt yalnızlığı bağlıydı sırtımıza
Kimsesizliğimizin en derin çukurlarına
İp kullanmadan inan jelibon aşklarımıza ne oldu?
Hatırlıyor musun onları?
Kendiliğinden açılan can yeleği gibiydi çoğu,
Uçağın kaza yapmasına bile gerek yoktu.
Gençlik dedikleri, hayatın elektriğinin olmadığı,
Gece ile gündüzün yer değiştirdiği zamanlar.
Kabilelerle yapılan savaşların ortasında,
Harfsel silahlarla işlediğimiz cinayetler.
Üzerimize yıkılan birkaç bina ve
Çeşitli yerlerimize denk gelen klavye kırıkları.
Saplanan her harfin bir manası oluyordu yüreğimizde.
Denizin ortasında kalmışken kimsesiz,
Bir kovadan nefes alırcasına, hayatta kalma heveslisi.
Gidenlerin gelenleri arattığı bu yüzyılda,
Kimin ihtiyacı yoktu ki, ardından ağlamayacağı birine.
Bizim aslında sevecek çok şeyimiz vardı ama,
Şeylerimizi sevecek zamanımız yoktu.
Çalınan her zaman, sevmek uğruna işlenen suçlar,
Yalnız kalpler plajında açılan şemsiyeler,
Yani gidilecek uzak kalpler, yakın acılar.
On dokuzunda şaşkın bir gençlik ve
Uzak bir Avrupa ülkesinde, deniz kıyısında belki,
Biz orada zamandan vazgeçmişiz.
Aslında biz ikimiz, yani seninle ben
Suya düştüğünde batmayan insanlar sevmişiz.
Ne köy ne de kasaba olamayan mecraalarımızın.
Tek haneli sakinleri gibi dolaşırken klavye aralarında,
Verilen her söze karşılık bir parçamızı alıyordu,
Nick’lerinde pembemsi şekerlere yer verenler.
Unutulmayan ne varsa ortaklaşa yalnızlıklarda,
S’siz sedasız bırakıldın,
Yıkılan Avrupa’nın harabe griliğinde.
Kayıp harflerimiz vardı bizim
Dostluğumuzun o kalın ve tek sayfalık destanında
Bizim gidecek çok yerimiz vardı ama
Dönecek pek yerimiz yoktu galiba.
Gidilen her uzaklık sonrası,
İçimize sonbahar soğuğu işliyordu.
Köylü bir kızın kilim dokuması gibi,
Gitmelerin, gelmelerin çokluğundan bile
Isınmıyordu içimiz.
Aklımızda hep oraların coğrafyası,
Cebimizde deniz altının sadeliği.
Bir oltaya takılan balıkçının varoluşsal şaşkınlığı gibi,
Çekilirken hayatlarımız boğazın serin sularından geriye,
Sen hep kuleliden kurtulmak isterdin, takıldığın iğneye.
İzmir’e giderken veya gelirken gidilen yerlerden,
Seninle yolda olmanın ekşi bir tadı vardı.
Dalından yeni koparılmış bir şeftali sadeliği,
Bir sınırdan diğerine geçen iki yalnız araç gibi,
Karşılaşmıştık sanki, dümdüz asfalt griliğinde.
Yolda olmanın verdiği keyif geçerken teker teker,
Takılıp kalıyorduk çoğu zaman
İzlerken durdurulmaksızın,
Yere çekilmiş beyaz çizgileri.
Aslında ikimizin de yüreğinde eskiden kalma,
Dibi tutmuş tencere gibi, ani fren izleri.
Bırakılan pek çok izin tercümesine geç kalınmıştı,
Ama yine de seviyordum seni.
Ben seninle yalnızlıklarımda kamp kurmayı seviyorum.
Uzak bir kara limanda, kendi kendine konuşan dalgaların arasında,
Yıldızlara bakarak, ulaşılamazlar ulaşma hayali kurmayı seviyorum.
Senin şimdi sol parmağında ölümüne bir söz
Dolunaysız gecelere çarpıyor kalbin.
Gözlerinde ölümüne, bir büyük kara parçası.
Ne varsa sevdiğin dünya üzerinde,
Bir yeri var onların da yüreğimde.
İşte böyle geçerken hayat sen’li veya sensiz,
Yine de bu sözleri hep içinde taşı,
Çünkü bu sözler sana yazılan,
Bir doğum günü telaşı.

Okuduğum Son Kitap Fyodor Mihailovic Dostoyevski - Kumarbaz

Dostoyevski'nin kumarbaz'ı 28 günde yazdığı söylenir. Bazı kaynaklarda dostoyevski'nin gerçekten yaşadığı günleri kaleme aldığı da söylenmektedir. Hatta bu kitabı henüz yazmadan basım haklarını sattığı, parasını da kumarda kaybettiği söylenir.

Kitap rus edebiyatının aslında ne olduğunu çok güzel anlatmaktadır, ben böylesine doyurucu karakterlerle çevrili bir hikaye daha önce okumamıştım. rus edebi eserlerine göre çok kısa olan bu kitap -ki 170 sayfa a5 boyutunda diyebiliriz- kısa olmasına rağmen, hemen hemen bütün karakterleri gözümüzde canlandırmamıza neden olacak kadar derinliğie sahiptir.

Kitabın konusu, sonu vs gibi konulara pek girmeyeceğim ki zaten çok güzel bir kitap ve kısa mutlaka okuyunuz. Dünya klasikleri için söylenen şu sözü hatırlatmak isterim "en iyi klasik herkesin okumuş olmayı istediği ancak çok az kişnin okuduğu kitaptır." evet dünya klasiklerinin uzun ve sıkıcı oluşundan dolayı +30 yaşına kadar beklediğim için pişmanlığım büyüktü. eğer sizde tolstoy, dostoyevski vs. okumadıysanız, yazarın uslübuna alışmanız için şahane bir kitap.

Hm rus edebiyatının akıcılığına ve karakterlerin gerçekliğine alışmanız açısından, hemde uzun betimlemelerin tadını almanız açısından çok faydalı buluyorum bu tarz küçük hikayeleri.

Aynı tarz olarak bir sonraki yazımızda Tolstoy'un Şeytan kitabını ve yine dostoyvski'nin ev sahibesi'ni yazacağım.

27 Kasım 2013 Çarşamba

İzlediğim Son Film - Jin






Harika bir Reha Erdem filmi. Ben Reha Erdem'in adını bir kaç kere duydum ancak hiç bir filmini izlememiştim. Ekşisözlükte ve benzer mecralarda bu filmin methini duyduğumda izlemeye karar verdim.

Film terörist olan Jin'in örgütten kaçarak izmir'deki dayısının yanına dönme çabası konu ediliyor. tabi konudan çok adeda bir Lars von Trier filmi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz.

Uzun uzun devam eden sahneler, muhteşem  ve duru doğa, bir kaç hayvanın eklenmesi de işin tadı tuzu oluyor. ama Reha Erdem'e birileri hatırlatmalıdır ki o tür boz ayılar bizim ülkemizde yaşamıyor.

Film hakkında pek yorum yapmayacağım, izleyin ve görün muhakkak. Ama başrol oyuncusu Deniz Hasgüler için bir iki kelime etmekte yarar var. Ben kızı çok beğendim ki filmde kızın karşılaştığı her erkek ondan bir parça almaya çalışmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. İlkel dürtülerimizi harekete geçiren bir güzelliği var. Adeta Schopenhauer felsefesinden fırlamış bir kız Deniz Hasgüler.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Okuduğum Son Kitap - Milan Kundera - Kimlik





Milan Kundera ile tanışmam Sabit fikir dergisinde okuduğum bir yazı ile oldu. Aslında ismini çok duymuştum ancak okumaya karar vermem bu yazı sayesinde oldu.

Yazının sahibi Nazan Maksudyan ve yazının başlığı "Milan Kundera ve Varoluşa dair." Şahsen kitabı bu yazıda daha çok sevmiştim ve okuduğumda, karakterlerin iç dünyasına ortak olduğumda ise kitap bana biraz saçma geldi.

Ana karakter olan chantal'in orta yaş krizi sebebiyle "artık erkekler bana bakmıyor" modunda eve dönüşleri ve erkek arkadaşının ona gizli isimsiz mektuplar yazarak hikayenin başlaması konu ediliyor. Konu bu minvalde gitseydi ve derinlik bu konu üzerinden oluşturulsa belki biraz daha çekici olurdu. sonuç olarak 4-5 mektup var, ölen bir ilk çocuk, ayrıldığı bir eski koca, o kocanın ablası ve onun çocukları, iş arkadaşları, patronlar, kahvedeki çocuk, sokaktaki dilenci vb. pek çok karakter ile dolup taşıyor roman. hal böle olunca 150 sayfalık bir kitap için karakter sayısı çok fazla oluyor.

İnsanın kimlik arayışı ve orta yaş bunalımı ile alakalı bir hikayede bu kadar çok karakterin olması ve ana karakterin girdiği bu daldan dala hoplama durumları nedeni ile hikaye biraz heyecanını yitiriyor.
Chantal'in kimse beni beğenmiyor krizine girmesinin sonucu olarak erkek arkadaşının ona isimsiz mektuplar yazması, kadının kendini takip ediliyor hissetmesi sonucu heyecan duyması, daha sonra bu mektupları erkek arkadaşının yazdığını öğrenmesi ve aslında onu hiç tanımadığını anlaması vs. tabi kadın daha önce duymadığı şeylerin mektupta olmasından dolayı biraz sinirleniyor.

Bununla alakalı olarak Türkiye'de yaşanan bir olayı hatırlatmak isterim,  doktor bir adamın eşi akşam saati bir radyo programını arıyor ve "eşim şuan arabada ve hastaneden bi,r hemşire ile buluşmaya gidiyor, biliyorum ki aynı zamanda sizi de dinliyor. ona diyorum ki eve bir daha gelmesin kendine kalacak başka bir yer duysun. Msn'den onunla hemşire gibi konuştum, 5 yıllık evliyiz ama duymadığım, görmediğim laflar iltifatlar vs." şeklinde devam eden bir sohbetti ki dj de duruma çok şaşırıyor ama kadın bu hareketi ile epey bir taktir topluyor.

Erkek olarak üreme içgüdüsüne karşı çıkmaz çok zor, zira bu tarz durumlarda her erkek aynı davranış biçimini sergileyecektir ki bu süpriz olmamalı. Erkek için herhangi bir kadınla üreyebilme ihtimali erkeğin doğasını tamamen değiştirir ki işte bu yüzden uygun şartlar oluşturulduğunda her erkek aldadır tezi vardır. Erkek için bu doğasının gereğini yapmaktır, olabildiğince tohumlarını saçmak için programlandığı için bu tabiatına karşı çıkamam durumundan erkek asla sorumlu tutulmamalıdır.

Sonuç olarak chantal gibi reklam firmalarında üst düzey yöneticilik yapan fransız bir kadının en azından Arthur Schopenhauer kaynaklı erkek içgüdüsel eğilimleri hakkında bilgili olması gerektiğini düşünüyorum. ve ergen kızlar gibi kimse bana bakmıyor diye erkek arkadaşına yakınmasını da gerçekçi bulmuyorum.





30 Temmuz 2013 Salı

Okuduğum Son Kitap - The Perks of Being a Wallflower

Türkçeye çevirisi "saksı olmanın faydaları" ki herhalde şimdiye kadar gördüğüm en saçma sapan çeviri..

Stephen Chbosky filmin hem yönetmeni hem de senaristi zira film öncesinde bir kitaptı. Kitap ilk olarak Şubat 1999 da yayınlandı ve işte orjinal kapağı;





daha sonra kitabı senaryolaştırdı ve ortaya harika bir film çıktı.

Filmi derinlemesine incelemeden önce Türkçeye kötü çevrilen ismini anlamamız gerekli, Wallflower Türkçesi sarı şebboy yani bir tür duvar dibi çiçeğidir, sarı renkli ve afrodiyak bir etkisi söz konusu. Utangaç olan ana karakterin dönüşümünü simgeliyor bu çiçek, ve yaşanılan dönüşümün zorluğunu çiçeğin doğal habitatından anlayabiliyoruz ki bu çiçek duvar diplerinde uluşan çatlaklarda yetişiyor.

Gelelim filmin karakterlerine,

Ana karakter Charlie, oynamış ve muhteşem olduğunu söyleyebiliriz, Logan size biraz tanıdık gelecektir ki hemen The Butterfly Effect hatırlayalım ve evan'ın 7 yaşında ki hali, mutfak, elinde bıçak vs.
o zamanlar belliydi sanırım iyi bir oyuncu olacağı...

Sam karakterini hepimizin iyi tanıdığı Emma Watson oynuyor ki Harry Potter'daki Hermione Granger karakteri malumunuz.


Gelelim en eğlenceli ve benim en çok sevdiğim karaktere Patrick! Ezra Miller. bu filmden önce ezra miller adını bir tek We Need to Talk About Kevin filminde duymuştum ki orada da muhteşemdi..

Oyuncuları biraz olsun tanıdıktan sonra gelelim filmin konusuna, filmi incelemeden önce bilmenizi isterim ki, filmden sonra kitabı da alarak okudum ve bu yazıyı yazman için özellikle kitabın bitmesini bekledim.

Film Charlie adında liseye başlamak üzere olan, utangaç, belki biraz sosyofobik, hiç arkadaşı olmayan, mutsuz veya çok az mutlu olabilmiş, hayatta rol model aldığı teyzesi o 8 yaşındayken trafik kazasında ölmesi, en iyi ve tek arkadaşının geçen sene kendisini vurarak intihar etmesi vb. şekilde sarsıcı öğelerle başlıyor.

Logan Lerman'ın oyunculuğu, o üzgün tavrı sayesinde anında empati kuruyor ve onun için üzülmeye başlıyorsunuz ki amerikan lise gençlik filmlerinden biriymiş gibi gözükürken "i feel infinite" (sonsuz hissediyorum) repliği ile film fantastik bir felsefi yolculuğa başlıyor.

Charli okulun ilk bir kaç günü yalnız kalsa bile ablası ve orta okuldan bir arkadaşı ile aynı çatı altında olduğu için kendini güvende hissedebiliyor ve atölye dersinde hocanın taklitini yapan patrick ile tanışıyor ki ezra miller'ın taklit yeteneği taktirlik. başka bir akşam okulun amerikan futbolu maçında biraz zorlamada olsa patrick'in yanına gidiyor ve orada ilk kez sam'i görüyor.

Hikaye bir şekilde akıp giderken Charli ilk kez marijuana deniyor ve aynı gece sam'e en yakın arkadaşının geçen sene kendisini vurduğundan bahsediyor. Konu patrick'e kadar gelince gurup içerisinde oluşan duygu Charli'nin guruba kolaylıkla girmesini sağlıyor.

Buraya kadar olan kısım film ve kitap arasında ki bazı tutarsızlıkları aktarmak isterim, kitapta buraya kadar geldiğimde charli en az 10 defa çeşitli yerlerde ağlamış oluyordu ancak filmde charli sorunlu ama güçlü bir imaj çiziyor pek öle ağlak vs bir çocuk olarak aktarılmıyor.

Patrick yani ezra miller gay rolünün üstesinden gayet güzel geliyor ki bir kaç öpüşme sahnesinde kendini role verdiğini söyleyebiliriz. Bu çocuk yakın zamanda kendisinden çok bahsettirecek gibi duruyor.

Filmin tamamını anlatarak spoiler kurallarını sonuna kadar çiğnemek istemem ancak filmi izlemeyenlerin acil olarak filmi izlemesini öneriyorum ki soundtrack olarak über başarılı..


Logan Lerman
Charlie


imdb

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Hoegaarden

Hoegaarden

Belçika'nın "witbeir" veya white beer yani beyaz bira olarak bilinen ve sevilen  birasıdır hoegaarden. Renk olarak ülkemizde üretilen gusta ile benzerlik göstermesine rağmen tat olarak çok daha başarılıdır.  

Hollanda birası olan "wieckse witte" başka bir beyaz bira markasıdır.

Hoegarden içimi çok zevkli olmasına rağmen efes vb türk biraları gibi şişkinlik, sık sık wc ihtiyacı doğurmamaktadır. aynı özelliği tayland birası olan chang'de de görmek mümkün. ancak chang tuborg benzeri bir biradır.

Türkiyede taksim Bar-ish pub da 14 tl fiyatla satılmaktadır. 

17 Nisan 2013 Çarşamba

Izlediğim Son Film - JAGTEN

Yalnız bir öğretmenin kimilerine göre sıkıcı hayatıyla başlıyor film, yaşadığı coğrafyanın normal kabul edeceği hemen her şeyi yaparak hayatını renklendirmeye çalışan ama yalnız bir öğretmenin hayatından ufak parçalar vererek başlıyor film.

Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in İskandinav kültüründe ki erkek sohbetini en iyi şekilde yansıttığını da düşünüyorum. Daha önce ki birkaç filmde de bunu görmek mümkündür, How to Train Your Dragon filminde ve Beowulf & Grendel destanında anlatıldığı üzere İskandinav erkekleri akşamları büyük bir masanın etrafında toplanır içki içer ve şarkılar söylenir. Hatta dev grendel bu şarkı söylenen akşamlardan rahatsız olduğu için insanların köyüne saldırarak birçok kişiyi öldürür.

Jagten de bu sahneyi iki kere görüyoruz, ilkinde filmin başında Lucas ve arkadaşları bir içki masasının başında sohbet ediyor şarkı söylüyor ve içiyorlar. Tıpkı bizim yaptığımız gibi fondip bile yaptırıyorlar birbirlerine. İkinci ise lucas’ın oğlunun av lisansını aldığı sahnede görüyoruz. Birkaç kadehten sonra erkeklerin o kalın sesleriyle şarkı söylemelerini görmek çok hoştu. Aradan yüz yıllar bile geçse kültürün korunduğunu görmek, uzakta bile olsak orada yaşayanlara sempati duymamıza yetiyor.

Filmin durağanlığı konunun keskinliği ile orantılı diye düşünüyorum, lucas’ın yalnız ama özünde iyi bir insan olduğunu çok iyi yansıtıyor yönetmen. Özellikle çocuklarla oyun oynadığı sahnede, kendini işine veren biri olarak değil oynadığı oyundan zevk alan biri olarak görüyoruz lucas’ı. Renklerin pastelliği, Danimarka sonbaharı, taşranın sessizliği ve diken üstü bir konu bir araya geliyor ve Mads Mikkelsen’in mükemmel sakinliği ile filmin yavaşlığı bir yerden sonra rahatsızlık vermemeye başlıyor.

Küçük kızı oynayan Annika Wedderkopp için ayrı bir paragraf açmak gerek. Küçük oyuncuların her zaman insanı şaşırtan bir gerçekliği olduğu şüphesiz ama farklı ve anlayamadığımız bir dilde konuştuğu için biraz olsun bu gerçeklikten uzaklaştığını düşünüyorum. Her şeye rağmen küçük klara çok başarılıydı.

Kasaba halkı genel olarak ciddi eleştiri almış olsa bile biraz empati ile hepimizin onlardan farksız olduğunu görebilirsiniz. Konunun hassasiyeti ve travmatik oluşu nedeniyle insanların pek mantıklı davranamayacakları çok belli. Ancak marketten kovmak nedir arkadaş, orası bana biraz abartı geldi doğrusu. Ve lucas’ın sakinliği biraz fazlaydı, markette ki adama kafa atması bile ağır çekimdi resmen.
Lucas’ın karşı karşıya kaldığı suçlama, inanın yüzüne dövme yaptırması gibidir sonuç ne olursa olsun insanların size her zaman bu şekilde bakacağı gerçeğini değiştiremiyorsunuz. Nitekim filmin sonunda yönetmen bunu çok net gösteriyor.

Sonuç ne olursa olsun 2012’nin en iyi filmlerinden biri, İskandinav sinemasında ki yükselişten herkes gibi bende memnunum tabi ve Mads Mikkelsen’in bu filmdeki rolü ile Cannes Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldığını hatırlatmak isterim.




 

 

23 Mart 2013 Cumartesi

7 Ocak 2013 Pazartesi

Okuduğum Son Kitap - Ayşe Kulin - Gizli Anların Yolcusu

Homofobik değilim fakat kitabın aktardığı eşcinsel imajı beni bile rahatsız etti. Genel verilen mesaj, çocukluğunda tacize uğrayan her erkek potansiyel eşcinseldir. Bu bağlamda son derece sıradan olmasına rağmen karaterlerin ki özellikle ilhami'nin ailesi ve yakın çevresi sayesinde okunulabilir, daha doğrusu bitirilebilir bir roman yapıyor gizli anların yolcusunu.

Bora ve ilahminin aşkları, yakalanmaları zeka yoksunu bir kaç sayfadan ibaret olmasının yanında sonunun neredeyse en başta tahmin edilebilir olmasıda kitabın eksik yönlerinden bazıları.