Fikrimizce!

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Arthur Schopenhauer Biyografisi


Çok sevdiğim gelmiş geçmiş en büyük düşünür. hayatı hakkına bölük pörçük yazıların olmasından mütevellit sıkıntı duymaktaydım. bu yazıları ve yaptığım araştırmaları tek bir yazıda toplayarak meraklasına harika bir arthur schopenhauer biyografisi armağan etmek isterim.


Herr schopenhauer’in veznesindeki katiplere gelen habere göre patronları baba olmuştur. Katiplerden bir; -eğer oğlanda heinrich usta gibi olursa bir maymuna benzer. Diyerek schopenhauer’e özgü çirkinliğin kimden geldiğini bizlere açıklamış oluyor. Schopenhauer’lar tuhaf ve zeki insanlardı. Herkes heinrich’in büyükbabası andreas’ın hikayesini bilirdi. Büyük petro ile kraliçe danzig’i ziyaret ettikleri zaman onları misafir etmişti. Kral ve kraliçe ne soba ne de ocak olan odayı tercih etmişlerdi, çok soğuk bir geceydi ama andreas telaş etmiyordu. Konyak dolu fıçıları taşıyarak yerdeki çinilerin üzerine döktü ve aleve verdi. Ateşin yayılmaması için gerekli tedbirleri de almıştı. Kral ve kraliçe bir süre başka bir odada oturdular, kendi odalarına geçtiklerinde oda tamamen ısınmıştı ve güzel bir gece geçirdiler. Heinrich zengin bir tüccardı, büyük frederik’in serbest şehri olan danzing ile ilgili ilerici görüşleri vardı. Prusyalılar danzing’i işgal edince güzel karısı johanna ile Hamburg’a kaçmak zorunda kalır. Bu sırada Arthur schopenhauer daha 5 yaşındaydı. Heinrich arthur’un tüccar olmasını istiyordu ama ne yazık ki bunu göremeden ilginç bir şekilde öldü. Arthur schopenhauer 7 yaşındayken babası çatı katı penceresinden evin yanında bulunan kanala düşerek öldü. O dönemin dedikodularına göre karısı johanna çok güzel bir kadındı ama kocasına sadık değildi, bu nedenle herkes heinrich’in intihar ettiğini düşünüyordu. 7 yaşındaki küçük Arthur için bu olay bütün hayatını etkileyecek derecede sarsıcıydı. Babasının ölümünden sonra Arthur tüccar olmak için çok çalıştı, babasının hatırasını yaşatmak istiyordu ama bir türlü başarılı olamadı. Melankolik bir genç olmuş ve babasının trajik ölümünü bir türlü aklından çıkartamıyordu. Babası onun için hayattaki tek arkadaş tek yoldaştı, annesi ise hafif meşrep ( ki burada orospu daha doğru olacaktır ama saygı duyuyorum bu kadına sözlük neticede schopenhauer’in anasıdır) çiçekten çiçeğe konan bir kelebek gibiyid. Annesi hiçbir zaman sevmedi, annesinin babasını da sevmediğine inanıyor babasının ölümü için hep annesini suçluyordu. Bir yazar olarak annesinin de bir ünü vardı aşk hakkındaki yazıları sayesinde danzing de tanınan biriydi. Davetlerden partilere koştukça arthur’un annesine olan nefreti de artıyordu. Annesi gezerken Arthur danzing’e yerleşmiş babasının işlerini yürütmeye çalışıyor, babasının kederi ile annesinin bu taşkınlıklarını hamletvari bir düşünce şekliyle düşünüyordu. Johanna oğluna hakaret dolu mektuplar yazardı, oda oğlunu sevmiyordu. Oğlunun canını sıkmak onu mutlu ediyor, ona; -sen çekilmez aksi bir mahluksun, seninle aynı evde yaşanmaz diyordu. Napolyon ordusu ile weirmar’a girdiğinde yazdığı başka bir mektupta, - sana başındaki saçları dimdik edecek şeyler söyleyebilirim. Ama seni memnun etmek istemem. Çünkü senin insanların sefaletini izlemeyi sevdiğini biliyorum.

Oğlunun bir canavar olduğunu, kendisini hem şaşırtıp hem korkuttuğunu söylerdi. Bir gün weirmar’a annsini görmek için geleceğini haber verdiği zaman aceleyle oğluna şu mektubu yolladı; - senin saadetini işitmek isterim, fakat yüzünü görmemeyi tercih ederim. Bunu senden saklamıyorum, buraya gelmemen için her şeyi yapmaya razıyım. Seninle yaşamak istemediğimi söylemiştim. Her şeyden şikayet etmen, inatçı bakışların, hiç kimsenin anlamadığı garip fikirlerin. Bütün bunlar beni eziyor ve sıkıyor.

Schopenhauer ile annesi arasındaki çekişme nihayet nefret olmayı başarmıştı. Annesinden nefret eden schopenhauer herkesten nefret etmeye başladı. Bu dönemde - “ fikirlerimin ilk başlarında bile kendimi dünya ile bir savaş ve uyumsuzluk içinde hissettim.” Demiştir. Ticarette mutlu olmadığı için işi gücü bırakarak dönemin en ünlü eserlerinin bulunduğu gotha gymnazyum’unda klasikleri okumaya başladı. Ancak burada bir hocasıyla kavga edilince buradan da dışlandı.

Hemen ardından göttingen üniversitesine girdi, orada okumaya; kıtlıktan çıkan bir insanın iştahıyla başladı ve devam etti. Aklının değirmeni her şeyi öğütüyordu. Önce tarihle başladı, fizik,botanik,zooloji,felsefe,astronomi,psikoloji,etnografya ve hukuk hakkında yüzlerce kitap okudu. Bu dönemde şöyle demiştir –“ parlak bir yazarın ölü bir kelimesinin, yaşayan ahmak bir hatibin sesinden çok daha kıymetlidir.” Göttingen üniversitesinden Berlin üniversitesine gitti. Aklını şahsi meselelerine ayıracak kadar parası vardı, babası oldukça yüklü bir miras bırakmıştı. Bu hevesler içinde geçen zamanda kimya, mıknatıs bilimi, elektrik ve kuşların hayatı, fosiller ve eski norman şiirlerini de okudu. Deliliğin sebepleri hakkında da çok derinlemesine araştırmalarda bulundu. Berlin üniversitesinde okuyan diğer öğrenci arkadaşları, çatık kaşlı, sık saçlı ve açık alınlı schopenhauerden çekinirlerdi. Gürültüden hoşlanmaz ve yalnız yürümeyi sevdiğini herkesçe bilinmesini isterdi. Bu konuyla ilgili şöyle demiştir; - “ gürültüler bana azap verir, bir hayvan bağırması işitince adeta cellat baltası altında başımın vücudumdan ayrıldığını hissederim.” Çok ender olarak saklandığı dünyasından çıkar ve insanlarla kaynaşırdı, annesini ziyaret ederken bile habersizce değil dönemin misafirlerinin uyguladığı prosedürlere uyarak gidip gelirdi. Bu ziyaretlerin birinde yemekten sonra masadan kalkarak pencere kenarına gitmiş ve gözünü gecenin karanlığına gömerek düşünemeye başladı, masada bulunan kızlar bunu fark ederek aralarında gülüşerek onun dikkatini çekmeye çalıştılar. Fakat yanlarında oturan birisi – “ delikanlıyı rahat bırakınız, zamanla o hepimizden meşhur biri olacaktır.” Dedi.

Bunu söyleyen Goethe idi. İhtiyar şair genç filozofa hayrandı ama schopenhauer’in annesi Goethe kadar oğluna hayran değildi. Schopenhauer doktora tezi olan “yeter sebebin dört kökü” basıldığında oğlunu delicesine kıskanmıştı. Kendiside bir yazardı ve oğlunun kendisine rakip olacağını düşünürdü. Bu eserle “dört çıkmaz sokak” diye alay ederdi. Bir akşam yemeğinde annesi bu eser için –“ bana ilaç reçetelerini hatırlatan bir eser gibi geliyor” dedi. Schopenhauer annesine bakarak, sakince –“ bu kitap okunacaktır, çöp yığınları sizin kitaplarını almayıncaya kadar okunacaktır. Diyerek annesine tarihin en baba ayarlarından birini vermiştir ki aynı masada Goethe de bulunmaktaydı. Bu olaydan sonra bir daha annesini hiç görmedi. dresden’e yerleşerek bekar hayatı yaşamaya başladı. Yalnızlığı çok seviyordu ve “kalbin gerçek ve derin huzuru sadece yalnızlıkta bulur” diyordu. Maddi hayatını manevi hayatına göre düzenlediği için hiç çalışmadan sürekli okuyor ve ileride bütün Avrupa’yı sarsacak olan sistemini kuruyordu. Bu çalışmalar esnasında “ bu felsefe bana derece derece vahyoluyor. (vahiden türemiş bir Arapça kelime) tıpkı sabah sisinde çıkan güzel bir manzara gibi” alçakgönüllülük schopenhauer’in özelliklerinden biri değildi. Zaman zaman evden çıkarak Dresden sanat galerisine gidiyor ve saatlerce oturuyordu. Burada raphael’in ünlü madonnasına bakıyordu. Bunlar güzelleştirilmiş ve canlandırılmış barış ruhuydu. Tabi o dönem savaşın bitişine denk geldiği için schopenhauerin sanatı barış ile bağdaştırması çok normal. Elbe nehrinin kıyısında bir aşağı bir yukarı yürüyor ve tıpkı bir manyak gibi durmadan aynı şeyleri tekrarlıyordu. Belediye fidanlığına gittiği zaman yerden aldığı çiçeklere durmadan bir şeyler fısıldıyor portakallarla konuşuyordu. Bir gün genç bir adamın dikkatini çeker ve adam yanına giderek kim olduğunu sorar. Schopenhauer adama dikkatlice bakar ve –“eğer siz bana kim olduğumu söyleyebilirseniz çok memnun olurum” der.

Schopenhauer’e bu soru çok normal geliyordu ve dünyevi felsefe meselelerine dalıyor, “dünya benim fikrimdir” diyordu. Notlarına “güneş benim gördüğüm gibi dünya benim hissettiğim gibi.” Diye yazmıştı. Burada klasik kant etkisini görebiliyoruz. Schopenhauer bunları yazdığı sırada genç bir delikanlı olduğundan kant’ı anlamaya başladığını görebiliriz. Dresden de bulunduğu günleri hayatının bir rüyası olarak görür ve bu rüyayı yaşamayı ileride oluşturacağı felsefe sisteminin temeli olacağını düşünürdü. Peki neydi bu rüya? Schopenhauer’in Dresden de gördüğü rüya bir müddet gül rengi olsada, insanlardan çekinen onlardan kaçan biri olmasına rağmen pek çok kez cemiyetlerde yer almıştır. Bu cemiyetler Avrupa sanat ve kültür meclisinden insanlardı, schopenhauer bu insanlar arasında kültürlü ve sevilen bir insan olmuştu. Davetleri kabul ediyor, sık sık tiyatroya gidiyor ve kahvelerde yemek yiyor, Temiz ve pahalı giysiler giyiyordu. Fakat kafasının içindeki fırtına asla dinmiyor, gece yastığının altında her zaman bir tabanca ile uyuyordu. Daima kızıyor ve şüphe ediyordu. Hayatı için anormal bir korkunun acısını çekiyordu ne insanlara inanıyor nede Allaha. “inanca itimat etmektense korkuya itimat ederim.” Diyordu. Hiçbir zaman kendisi bir berberin usturasına emanet etmedi. Bulaşıcı hastalıklardan korktuğu için insanlardan kaçardı, dışarıda yemek yediği zaman çatal,kaşık ve bıçağını yanında taşır, içeceği her zaman beraberinde gezdirdiği meşin bir kupadan içerdi. Pipo ve sigaralarını sürekli kilit altında tutar onlara kimsenin dokunmasına izin vermezdi. Servetini kaybedeceği korkusuyla paralarını mürekkep kutularının altına saklar, bono ve senetlerini eski mektupların arasına sıkıştırır, mali hesaplarını almanca değil Latince ve yunanca karışımı yazarak kimsenin okuyamamasını sağlardı. Kıymetli eşyalarına kıymetsiz etiketler koyardı. Görüldüğü üzere dünyanın bu en büyük düşünürü günümüz şartlarında yaşamış olsaydı muhtemelen deli diye bir yere kapatılır ve ilaçlarla mütemadiyen uyutulurdu. Bu huyları yüzünden kendinden nefret ettiğini açıkça söyler ama platonun dediği gibi “aklı üstün olan insanların ahlak itibari ile zayıf ve adi olabilir” fikrine sarılırdı. Bu şekilde insanlardan kaçarak pesimist felsefesini kurmaya koyuldu.

Fikirlerinin sistemli bir şekilde oluşturulmasından sonra ilk eseri olan “ irade ve tasavvur olarak dünya”’yı yazdı ve baskıya yollarken basacak adama şöyle yazmıştır. “ ölmez ve büyük bir eser yaratan bu adam, kitabının toplum tarafından kabul edilmesiyle çok az incitilir. Veya eleştirmenlerin fikirlerinden çok az etkilenir, tıpkı akıllı bir adamın tımarhanedeki delinin hücumlarına ve azarlamalarına maruz kaldığı gibi.” Görüldüğü üzere schopenhauer kitabımı anlamamanız onun saçma olmasından değil sizin gerizekalı olmanızdandır diyor kısaca.

Schopenhauer bütün kötümserliğine rağmen yaşamayı severdi, kitabını bitirdikten sonra italya’ya petrarca’nın şiir ve Rossini’nin müzik diyarına gitti. Nereye giderse gitsin kadın erkek herkes, yabancı fakat gözlerinden ateş çıkaran alnı açık bu adamı hayranlıkla seyrediyordu. Bir keresinde genç bir İngiliz; “ sizin karşınızda oturmak isterim, yüzünüz beethoven’e benziyor.” Dedi. Elbiselerine çok para harcıyor ve onları sürekli temiz tutuyordu ama halka söylediği kelimeler elbiseleri kadar temiz değildi, pek çok yabancının bulunduğu cafe greco ya sık gidiyordu. Bir gün arkadaşlarına “ almanlar tarihin en aptal en akılsız milletidir, öteki milletlere çok üstün olduklarından artık dini kaldıracak noktaya gelmişlerdir.” Dedi. Bunu duyan birkaç kişinin gazıyla schopenhauer cafeden dışarı atıldı. Schopenhauer buna aldırmadı, “ ben demir devrinin yumuşak bir ruhuyum.” Diye içini çekerek basıma verdiği kitabının üzerinden çalışmaya koyuldu. Kitapla ilgili hiçbir reaksiyon olmuyordu, beklediği ilgiyi göremeyince “ kitap öldü doğdu” demişti. Omuzlarını kaldırarak “ insanları gördükçe onları daha az seviyorum” diyerek kitabın başarısızlığını onu anlamayan insanlara yüklüyordu. Bence schopenhauer burada en doğrusunu yapmıştır, içe kapanarak ki daha ne kadar fazla içe kapanılır ayrı mesele. Yazmayı ve düşünmeyi bırakabilir ve bizi kendisinden mahrum ederdi. İnsanların onun fikirlerini anlamadığını hep inandığı için yazmaya ve düşünmeye devam etti. Nietzsche’nin meşhur lafı olan “ ben kulaklara göre ağız değilim”’in asıl sahibinin schopenhauer olduğunu söyleyebiliriz. Mali krizin etkileri ile maddi zorluğa düşeceğini anlayınca bir hocalık edinmesi gerektiğini düşündü. Hocalık yeteneklerini sınamak için almanya’nın üniversite merkezi olan berlin’e gitti. “Zamanın en meşhur bilgini” burada ağzına kadar dolup taşan salonlarda ders veriyordu. Bu meşhur adam Hegel’di. Ama schopenhauer buna aldırmadı ve özellikle hegelin ders vereceği bir akşamı seçerek meslektaşlarını davet etti. Salon doluydu veschopenhauer başlangıç sözlerinde kalabalığa çok ince ve ustalıkla hitap etti. Konuşmanın devamında hegel’e ayar üstüne ayar vererek kalabalığı çoşturdu. Hegelin yazıları ile ilgili olarak shakespear dan alıntı yaparak “ bunlar delilerin sözleridir, aklın sözleri değil.” Bu sözlerin ardından salon yavaş yavaş boşalmaya başladı ve boş bir salonda yalnız başına bırakıldı. Ünlü bir profesöre nezaketsizce yüklenmesinin sonucu olarak yalnız kaldığını anlamış mıydı acaba? Hayır asla! Halk da onun dehasını anlayamamıştı J Berlinde kaldığı dönemde başka kötü olaylarda yaşadı, dinleyicilerin tavırlarından huysuzlandığı için ev sahibesiyle tartışmış kendini kontrol edemeyerek kadına birkaç defa vurmuştur. Odadan çıkan kadın yere düşmüş ve kolunu incitmiştir. Hayatının sonuna kadar çalışamayacak durumda olduğunu söyleyerek schopenhauer’ı dava etmiştir. Schopenhauer itiraz etse bile davayı kaybederek kadına hayatının sonuna kadar bakmak zorunda kalmıştır. Sonunda kadının ölüm ilanını eline aldığında ise “ obit anus, abit onus” demişti, yani “madam gitti, kabus bitti.” Görüldüğü üzere schopenhauer’ın da mizahi bir yönü mevcut. Bu davadan sonra 2. kez italyaya gitmiş ve sonra tekrar berline dönmüştür. Kitabının ilgi görmemesi üzerine; “kuru bir tohum bile üç bin yıl doğanın uyuyan kuvvetleri içinde saklanıyor ve müsait şartlar oluştuğunda bir fidan olarak topraktan çıkıyor.” Diyordu. Berlin de kaldığı dönemde kolera salgını başlayınca panik halinde Napoli ye gitti, bir süre sonra burada da çiçek hastalığı başlayınca verona ya kaçtı. Burada zehirli enfiye içtiği fikriyle paniğe kapıldı. Çok kötümserde ve hayatta hangi yöne baksa karanlık bir yön görüyordu. Bu düşünceler arasında bir zevk şehri olan Frankfurt’ a geçti, burada dünyadan uzak bir köşeye çekilerek yerleşmeye karar verdi. 45 yaşında yerleştiği Frankfurt’u hiç terk etmedi. Hayatının sonuna kadar yalnız ve münzevi hayatı yaşadı. Günlük programı hiç değişmezdi, sabahları soğuk suyla duş alır, kahvaltı eder, ev sahibesi ile tartışır, yorgun olmadığı zamanlarda öğleden önce 3-4 saat çalışır ve yazardı. Öğle yemeğinden yarım saat önce flüt çalar, hotel d’angleterre de öğle yemeğini yer tekrar eve döner bir kahve içer ve çalışmalarına devam ederdi. Akşam üstü uzun bir yürüyüş yapar, otelde şaraplı ve güzel bir yemek yer, sonra konsere veya tiyatroya giderdi. Hint mistiklerinden birkaç şey okur ve yatardı. “ hak olan uykuyu uyumak gerekir” derdi. Sanatın her alanında faal olarak ilgilenirdi. Dostu Goethe öldüğü zaman bir heykeli dikilmesi için para toplamak için kurulan teşkilata güzel bir bağış bile yapmıştır. Bununla ilgili olarak “ insaniyete kafaları ile hizmet etmiş insanların büstleri dikilmeli” derdi. Fikirleri kadınların sosyetik mevkilerinden, yemeklere kadar her şeyi kapsardı. İnsanların ilk başlarda siyah derili olduklarını ve dünyaya yayıldıkça yedikleri şeylerden ötürü beyazladıklarını söylerdi. Kant ve Goethe’nin obur olduğu konusunda eleştirilere alınmazdı. Bir defasında karşısında oburca yemek yediği birinin eleştirisi üzerine “ iştahıma hayret ediyor gibi görünüyorsunuz, sizin yediğinizin üç katı yediğim doğrudur. Çünkü beynim sizinkinden üç kat daha fazla çalışıyor” diyerek tarihi ayarlarına bir yenisini daha eklemiştir. Her gün yemeğe başlamadan önce tabağın kenarına bir altın koyar ve garsonun üzülmesine bakmadan yemeğin bitiminde altını tekrar cebine koyardı. Bunu neden yaptığını soran arkadaşlarına, “arkadaşlarımın yemekte, kadınlardan, atlardan ve köpeklerden daha ciddi bir konudan bahsettikleri gün bu altını garsona vereceğim.” Diyerek ayar vermeye doyamamıştır. Parasına kıyamadığı halde yemeklerden sonra dinlenme odasında saatlerce oturur ağzından yere kadar uzanan çubuklar içerdi. Dumanı burnundan verirken masanın üzerinde duran kant’ın büstünün hemen yanında duran yaldızlı buda heykeline dalardı. Hint ve Tibet felsefesini Avrupa ile ilk tanıştıran filozofun schopenhauer olduğunu düşünürsek bu durumun çok normal olduğu görüşebilir. Güncelik çalışma programına eksiksiz uyduğu ve bu programın dahilinde hint mistiklerini de okumak vardı. Hayatı boyunca yalnız bir adam olarak yaşadı tek dostu küçük finosuydu. Schopenhauer finosuna “atma” derdi. Atma dünyanın ruhu demekti. Küçük atma Frankfurt sokaklarında sahibi kadar meşhurdu, komşu çocukları ona küçük schopenhauer diyordu. Ne kadar meşgul olursa olsa atmanın yürüyüşlerini asla aksatmazı. Miyop olmasına rağmen schopenhauer gözlük kullanmaz, yürürken bastonunu sık sık yere vurur, ne sağa ne sola bakmaksızın anlamsız homurtular çıkartırdı. Bazı günler yolsa yürüyen insanlara çatar “doğru düzgün yürümeyi bile öğrenememişler” diye çıkışırdı. Hayatta her türlü olaya felsefi bir açıklama getirmeye çalışırdı ve buna kendi hal ve tavırları da dahildi. Seyahat istediğini kaybettiğinde bunu gençliğin seyahat sevgisini atalarımızın göçebeliğine bağlardı. Hayatının bazı dönemlerinde evlenmeyi düşünmesine rağmen hiç evlenmedi ama bazı romantik ilişkileri olmuştu. Bu ilişkilerin birinden gayri meşru bir çocuğu vardı. Bu çocuğu ölümüne kadar reddetmişti. Ama fikirleri bir kadının sıcaklığına ihtiyaç duyduğunu söylediğinde ise şöyle demişti; “bir kral olsam ilk emrim, beni yalnız bırakınız olurdu.” Ve şöyle ilave etti; “evlenme emek harp ve arzu demektir.”

Nihayet tanınmıştı, haftalarca konuşmadan durması adetiydi. On yedi sene geçmesine rağmen hiçbir eser bastırmamıştı, ama 1835 de bu bekleyişe bir son vererek, tabiatta irade diye bir eser yayınladı. Bu kitapta bütün ömrünce yarattığı felsefe yatıyordu, bu eserden sonra tasavvur ve irade dünyası adında ki eserini yayınlayarak felsefi gelişimini tamamladı. Herkes kitaplarını okuyordu, dünyanın her yanında dostları orta çıkmıştı, bununla ilgili olarak şöyle demişti; “ihtiyaç içinde olan bir arkadaş gerçekte arkadaş değil, borç alandır.” Pek çok genç ve yaşlı felsefecinin eserlerinin parlaklığından dolayı gözlerinin kamaştığını söylüyor ve schopenhauer’ı bir devrin peygamberi olarak ilan ediyorlardı. Bu yalakalıkların çıkması, pesimist-optimist felsefeciyi şaşırtmadı. Kendine olan inancını ve güvencini hiç kaybetmemişti. Ama yinede biraz geç kalınmıştı, hayatının sonbaharına giriyordu. “şimdiye kadar uzun, yalnız ve önemsiz bir hayat yaşadım, şimdi ise beni davul ve zurnalarla uğurluyorlar.” Diyerek adeti olan istihzayı yapmaktan geri kalmamıştır. Dünya sonunda schopenhauer’ı keşfetmiş ve onun bu kötümser felsefesinde yeni bir cesaret bulmuştur, herkes tasavvur ve irade dünyasını okumuş, fikirlerini orjinalliğine hayran kalmıştır. Genç filozof adayları yaşlı üstadın fikirlerini yüksek sesle bağırıyorlardı. Bu günlerde schopenhauer erkek bir kedi misali güneşte uzanmış dinleniyordu, gazetelerde dergilerde hakkında çıkan yazıları topluyordu. Evine gelen misafirler saatlerce bu büyük düşünürü inceler gözlerle süzüyor hakkında bilinmeyenleri öğrenmeye çalışıyordu. Schopenhauer pek çok kere rahatsızlık verdikleri için misafirleri evden kovardı. Ve artık 65 yaşındaydı.


ölümü ve sonrası için biraz ara veriyoruz.