Fikrimizce!

22 Ekim 2010 Cuma

Grip Nedir?


1 aylık dönemde çalıştığım şirketin %70'ini kırıp geçiren hastalık. şimdi efendiler bu viral hastalığın tedavisi için şöle söylemiştir eskiler - doktora gidersen bir haftada, gitmezsen yedi günde iyileşirsin. herhangi bir antibiyotik etki etmez çünkü antibiyotikler bakterilere etki eder virüslere değil. vücudunuzun kendi kendini tedavi etmesini beklemeniz gerekir, eh bunun için vücudunuza yardımcı olmanızda mümkündür.

grip'e neden olan influenza virüsünin en iyi çoğaldığı yerler nemli ve yapışkan yüzeylerdir bu nedenle boğaz ağrısı burun akıntısı vb görülecektir. ayrıca üremek için 36 derece sıcaklığa ihtiyaç duymaktadır, bedenin savunma sistemi otomatik olarak vücudun sıcaklığını 38-39 dereceye çıkartarak üremeyi yavaşlatır. o nedenle ateşiniz çıkması hastalığınızdan değil bedenin bağışıklık sisteminin virüs ile savaşmasından kaynaklanır. kontrollü şekilde ateşinizin belirli bir derecede tutulması yararınıza olacaktır. bunun için çeşitli ilaçlar var zaten parol, tylol hot vs. bunlar vücudu ısıtarak ek kaynak sağlarlar.

grip virüsü burun kanallarını etkileyerek akıntıya ve hapşırığa neden olurl, bu virüsün başka bir host bulma çabasıdır. öpüşme tokalaşma vb durumlar virüs diğer bedenlere geçer ve buralarda çoğalır. influenza virüsünün grift bir yapısı vardır ve bağışıklık sistemi bu grift yapının üreme ile ilgili noktalarını tıkayacak enzimler üretilir. bu enzimler virüsün üreme noktalarını tıkar ve savaşcı hücreleri bekleyerek virüsün öldürülmesini bekler. ancak virüslerde sürekli değişim gösterdiği için bu enzimler zaman zaman aynı virüse uymaz vs. ancak unutulmaması gereken şey insan vücudundaki bütün enzimler 40 derece sıcaklıkta işlevlerini yitirir o nedenle vücut sıcaklığının bu eşiği aşmamasına özen gösterilmelidir.

influenza virüsü bir kere girdiği vücudu asla tamamen terk etmez, mutlaka bir yerlere saklanır ve bekler bedenin güçsüz, uykusuz, aç vs yani genel olarak bağışıklık sisteminin zayıfladığı anlarda tekrar üremeye başlar ama değişime uğramayan virüs enzimler tarafından hemen bloke edilir ve hastalanmadan virüs etkisi hale gelir. fekat* değişime uğramış farklı bir influenza virüsü kaptığınız zaman zaten vicudunuzda var olan influenza virüsü yabancıyla etkileşime geçer ve genetik alışveriş sonrası yeni bir virüs ortaya çıkar. var olan enzimler bu virüs üzerinde etkilerini yitirir ve tekrar hasta olursunuz. enzimlerin doğru bloke noktalarını bulmasıda hastalığın zamanını belirler.

19 Ekim 2010 Salı

Kadınlar vs Erkekler!


Arhur schopenhauer'a göre "zeki kadın" bir oksimorondur. kadınların evrimsel gelişimi, sosyal baskı, toplumsal yönlendirme sonucu zeki olmalarını engelliyor, dünya tarihine bakıldığında fikirleri, zekası, sanatı, yönetimi veya felsefesi ile hatırlanan kadın neredeyse yoktur. bu erkeklerin ari ırk, kadınların aşağı tabaka olduğu anlamına gelmez. böyle düşünen yazarlar denklemde hataya düşmektedir zira erkek ve kadın tek türün farklı bireyleridir. mesele sosyal veya toplumsal üstünlük değil fiziksel ve evrimsel gelişimin hangi türleri hangi yönde geliştirdiği ile alakalıdır.

erkekler yüzyıllardır avcı olarak dağ da bayırda av kovaladıkları için plan strateji, gelecek zaman ve geçmiş zamandan ders çıkarma, pusu kurma, kavga, dövüş, anlık strateji değiştirme vs konularda uzmanlaşmıştır. çünkü uzunca bir süre bu özelliklere ihtiyaç duydukları için beyin kendini bu yönde geliştirmiştir. sürekli tek koluyla ağırlık çalışan bir sporcunun sadece o kolu gelişecektir. fakat kadınlar toplayıcı ve anaç bir evrim sürecinden geçtikleri için beyinleri erkeklerinki gibi gelişmemiştir çünkü buna ihtiyaç duymamışlardır. kadınların evrimsel sürecinde anlık ve gündelik olayların çokluğu, ağaçtan meyve topla, yemek hazırla, çocuğu doyur, avcılardan korunmak için mağaradan çıkma vs. kadının anlık olaylara bakışını geliştirmiştir.

bütün büyük krallar yöneticilerin danıştığı, fikir aldığı bir kaç kadın bulunmaktadır, çünkü kadınlar gündelik olaylara erkeklerden daha hakimdir ve genellikle daha doğru kararlar vermektedirler. ama uzun vadeli planlarda kadınlar çuvallıyor. erkeklerin geçmiş ve gelecek zamanda yaşadığı kadınların ise şimdiki zamanı yaşadığını söyleyebiliriz. bu tabiki evrimin bir sonucudur, erkek mızrakla avlandığı süreçte attığı mızrağın nereye gideceğini ne zaman düşeceğini hesaplama kabiliyetine sahip olmuştur, elbette kadınlarda kategori olarak beyinlerinde bu özelliği barındırıyolar ama kullanmayı başaramıyorlar. bu konuyla ilgili bir deneyden örnek vermek isterim;

yapılan bir deneyde kadın ve erkek deneklerin her biri yerde duran bir kovayı ekskavatör kepçesiyle almak üzere yarıştırılıyorlar. ekskavatör bildiğiniz iş makinası kepçesidir ve kepçenin ucuyla yerdeki kovanın sapından tutup havaya kaldırmaları yeterli olacaktır. erkeklerin tamamı 1 dk dan az sürede başarıyolar ki hepsi hayatlarında ilk kez ekskavatör kullanan insanlar. ama bir joistik ve evrimsel yetenek kafi oluyor. sıra kadınlara geldiğinde ise 5 kadından sadece 1 tanesi başarılı olabiliyor ki başarılı olan kadının testosteron seviyesinin diğer kadınlara göre kat kat yüksek olduğu gözleniyor. bu neyi kanıtlar peki? bu şunu kanıtlar dikey-yatay algı hesabı erkeklerde çok üstün olması demek. plan yapma geleceğe yönelik hesap yapma vs konularda biz kadınlardan daha başarılıyız ki olmamız gerekti yoksa hayatta kalamazdık ne biz ne kadınlar. az önceki örneğe kadınların asla iyi araba park edememesi de farklı bir örnektir.

günümüzde evrimin hala devam ettiğini ve kadınlarında yavaş ama emin adımlarla geliştiğini söyleyebiliriz, pek çok kadının iş hayatında ev hayatında erkekten daha başarılı olmasının sırrı eskiden başarısızlığının laneti olan anlık kavrama yeteneğidir. günümüzde toplumsal ve sosyal hayat o kadar hızlandıki gelecek ve geçmiş hesabından çok anlık reaksiyonlara ihtiyaç duyulduğu bir dünyada yaşamaktayız ve kadının evrimsel yeteneği yüzyıllar boyunca bir işe yaramamış gibi görünsede şuan hayatta kalması için en büyük avantajı gibi görünüyor.

17 Ekim 2010 Pazar

Okuduğum Son Kitap - Siddhartha


Hermann Hesse'nin nobel ödüllü kitabı Siddhartha. Kitap genç bir brahman olan siddhartha'nın hayatını konu almaktadır. Kitap tıpkı Siddhartha Gautama Buda gibibir prens olan siddhartha'nın sarayından ayrılarak arkadaşı govinda ile beraber samana(hint fakiri) olarak ormanda yaşamaya başlar. Daha sonra yeryüzünün hediyesi buda ile tanışır onun düşünce sistemini eleştirir, büyük bir şehirde fahişenin aşığı olur ticaret yapar, şarap içer ve kumar oynar. zamanla çocuk insanlar dediği o acıdığı, o küçümsediği insanlardan biri olur. sonunda bir kayıkçının yanına yerleşir ve hayatı sorgulamaya devam eder. Kamala isimli fahişeden bir oğlu olur ve oğluda onu terk edip kaçar. Hikayenin epic olması ve betimleme olarak mükemmele yakın anlatım tarzı ile okurken hiç sıkılmıyorsunuz. Buda nın hayatıyla paralel gitmesi ise ayrı bir keyif, gerçeğin arayışında sizde tıpkı siddhartha gibi adım adım ilerliyor, kimi yerleri anlıyor kimi yerleri anlamıyorsunuz. Siddharta nın gençliğinde bildiği gerçeğe 40 yaşından sonra ulaşmasının nedenini şu sözler açıklıyor.

" Bir şeyden vazgeçmek için, önce ona sahip olman gerekir."

Burda anlatılmak istenen, siddhartha'nın vazgeçmek istediği benliği o kadar iyi ki o kadar kusursuz ki, bu aydınlıkta aradığını göremiyor. evet bir şeyler arıyor farkında ama ne olduğunu göremiyor. savrulup gittiğinde ise büyük şehirlerin o kokuşmuşluğuna, kirlenen sadece elleri olmuyor. Ruhu kirleniyor benliği kirleniyor ve kirlendikçe içindeki o arayış o uyanış arzusu daha belirgin, daha parlak görünmeye başlıyor.

Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitap listesinde yer alan nobel ödüllü bu kitap, mutlaka herkesin kitaplığında bulunmalıdır.

15 Ekim 2010 Cuma

Platonik Aşk!


Platonik aşk veya Platoncu aşk. Anladığınız üzere Platonik aşk meşhur felsefeci platonun adından esinlenerek yaratılmıştır. Aslında platonik aşk terimini ilk bulan, platonun metinlerini latinceye çeviren marsilio ficino'dur. Anlam olarak salt duygulardan kaynaklanmayan, duyusal olmayan tinsel yani tamamen ruhsal boyuttaki aşkı anlatan felsefi bir ideadır.

Platonik aşkta sevilen kişi veya onun güzelliği değildir, kişinin güzelliğinin arkasında bulunan ideadır,
kişi öncelikle tek bir insana aşık olur, insan tekinde güzelliği görür. Daha sonra, bu tek bir insandaki güzelliğe yönelmiş aşktan sıyrılarak bütün insanlardaki güzelliği görme yetisi kazanır ve aşk tek bir insana değil insanlığa yönelir. Son olarak ise insanlığa yönelen aşk kişiyi tinsel aşkı aramaya iter, böylelikle de kişi güzel ideasını öğrenme yoluna girer.

Platoncu aşk; bir duygu durumu olarak değil, yer yüzünde tutsak olan insanı formlar dünyasına geri döndürecek uzun ve zor bir yol, bir yaşama şekli olarak görülür.

Yukarısı biraz karışık gelmiş olabilir günümüzde biraz daha farklı anlamlar yüklenmiş olsada hepimizin içine düştüğü platonik aşkı en güzel Cemal Süreya'nın şu dizeleri anlatır; " Biliyorum sana giden bütün yollar kapalı."

14 Ekim 2010 Perşembe

Vivaldi - Four Seasons (Winter)

Arthur Schopenhauer'un her zaman kurtuluşun sanatla olacağına inandı ve iradenin o keskin pençeleri ancak sanatla gevşer demişti. İşte Sanat Budur!

Nedir Yanlış?


Doğru olmayan herşeyin yanlış olduğu bir zamandayım.
İki nokta arasında ki en uzun yollarda gitmeye mecbur bırakılmışım.
Anlayamadığımız şeyler mi yalnış geliyor bize?
Neresinden tutmalı bu hayatı?
Yanlıştan kaçarken ona yakalanmak neden?
Her yalan yanlış mıdır?
Her yanlış bir yalan mıdır?
Doğruyu görememek yanlış mıdır?
Her yanlış yapıldıktan sonra mı yanlış olur?
öncesinde o bir doğru mudur?
İşte bu yüzden mi,
Her doğru bir yanlış adayıdır?
Nedir yanlış?
Diğerlerinin anlamadığı herşey mi?
Bir tek senin anladığın,
Ama bir türlü anlatamadığın şeylerin hepsi.
Yanlışların biriktirdiği bir tümsek midir hayat?
Hep ani frenle durmak zorunda olduğun.
Kör bir kuyu gibi sararken seni, yanlışlarının oluşturduğu o zemheri karanlık,
Nerede kaldı verilmiş sözlerin o haziran güneş sıcaklığı.
Boş bir oda da mı ağlıyorsun artık?
Sevemiyor musun bu ıslak akşamları?
Neresinde yanlışa adım attın bu merdivenlerde?
Koşarak çıkmak isterken nasıl gerisin geriye yuvarlandın.
Kırılan umutlarını aldığın alçı bembeyaz mı kaldı?
Kimseler imzalamıyor mu yanlışlarını?
Yanlış bile olsa istemiyor musun birilerini?
Artık yok olma zamanı,
Yanlışlarının açtığı o derin çukura uzanma zamanı,
Doğruların hepsi üzerine atılmalı toprak misali.
Kendinle konuşmuyor musun artık?
Yanlış olan ne varsa insan aklının yarattığı,
Sende mi son buldu bütün alkışlar.
Sevemedin mi onları?
Kaçmak mı istedin doğru olanlardan?
Doğruyu yanlış mı bildin bunca sene?
Neydi asıl istediğin?
Birbirine ismini fısıldayacak kadar yakın olan,
Aralanmayı sürekli ucuz bir orospu gibi haykıran,
Çeşitli renklerle samimi o dantel altı küçükler mi yoksa asıl istediğin?
Yapılmaz denen yanlışları yapmak mı maharet yoksa?
Beklenilmeyeni yapmayı mı seviyorsun?
Koşarken o yemyeşillerin üzerinde,
Aldırmıyordun ayaklarına batan sözlere.
Kim di yanlışlarla dolu bir doğruyu sevmeye cesaret eden?
Doğru olanların yanlış olduğu akşam üstleri,
Bırakılan bir kaç sene,
Nereye kayboldu sevgi dedikleri o her yanlışı doğruya çeviren anahtar?
Kandırdılar mı bizi yoksa?
Doğru bildiklerimizi yanlışa mı aşık ettiler?
Denge neresinde bu yanlışın?
Hangisi daha az acıtıyordu canını?
İnce bir iple sıkarlarken yüreğine uzanan her bir damarı,
Neden can yanması doğru geliyor bu kadar?
Doğru yanlış olabilir mi bazen?
Bir yanlıştan bir doğru doğamaz mı?
Herkesin yanlışını sen mi taşıyorsun şimdi?
Artık kısa cümlelerler mi anlatıyorsun doğrularını?
Tek yanlış kaç doğru götürür hayatımızdan?
Neresinde yanlış yaptık?
Neresinde yanlışa meyillendik?
Hangi yanlış bize doğru geldi?
Hangi doğru bizi aldattı?
Silikleşiyorum artık bu doğrulardan,
Bir geminin arkasında bıraktığı köpüklerin ömrü kadar kısa doğrularım.
Evet yanlışlardayım,
Yanlış denen o toprak parçasında,
Benimde bir kalem var artık.
Ve doruların bütün orduları da gelse,
Yanlışlarımın kalabalığını ele geçiremez.
Evet sona erdi hepsi,
Siyah bayraklar çoğaldı,
Yanlışların zafer şarkıları söyleniyor karanlık sabahlarda,
Doğruların yanlış olduğu bir ormanın en siyah çimeniyim.
Yapılan yanlışların en doğrusuyum.
Yanlış olan ne varsa insan elinin değdiği doğrularda,
İşte o benim.
Benim adım yanlış,
Ben hep doğru olmayı hayal eden bir yanlışım.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Kadınlar Ne İster?


Bilinenin aksine kadınlar beraber olacakları erkeğin tipine en son bakarlar. Bir memeli türü olarak diğer tüm memeliler gibi dişi erkeğini koku yolu ile seçer.
Kadının burnunda bulunan vomeronazal organ tek bir kokuyu almak için evrimleşmiştir. bu erkeğin koltuk altı kıl kökünde yaşıyan bir bakterinin ürettiği kokudur. Erkek terlediği zaman bu sıvıdan beslenen bakteri kendine özel kokusunu salgılar.  Feromon
olarakta bilinen bu koku erkeğin genetik şifresini barındırır 
ve kadın bu kokuyu aldığı anda beyinde çakan nöronlar karşı cinsin genetik şifresini bir şekilde anlar ve o erkeğin sağlıklı olup olmadığına karar verir.

Bu karar direkt olarak kadının o erkekle yatıp yatmayacağını belirler. yok
omuzmuş yok karın kasıymış, bunlar mühim değil dostlar. Mesele kokuda ama günümüzde pek çok erkek deodorant kullanarak kendi kokusunu perdeliyor. dikkat buyurunuz lütfen aşık olduğunuz sevdiğiniz bir insanın ter kokusu size inanılmaz çekici gelir ki dünyanın en güzel kokusu odur, kendimden biliyorum.

Yapılan bir deneyde 20 erkek basketbol oynuyor ve terliyorlar, hepsinin üzerinde aynı renk atlet var. sonra bir grup kadın bu terli atletleri koklayarak çekicilik sırasına göre puan veriyorlar. en az puanı alan 3 erkeğin şeker hastası olduğu belirleniyor. bu şu demek kadın bu koku sayesinde kalıtımsal yolla geçebilecek hastalıklı eş adaylarını eliyor ve türün bir sonraki neslini koruyor. ah schopenhauer seni şimdi daha iyi anlıyorum diye haykırmak geliyor içimden.

İnsanın bu evrimi türün kendi iradesinin olduğu bizim asla farkına bile varamadığımız şekilde bizi yönlendirdiğini göstermekte. bazıları şimdi çıkıp, - bak allahın işine. diyecektir artık onu diyeninde kokusuna bakmak lazım.

Yalnızlığın İnsana Öğrettiği Şeyler.


Öncelikle kendinizi öğretir, kim olduğunuzu, neleri sevdiğinizi, neleri yapabilecek birikime sahip olduğunuzu öğretir. kişisel gelişim açısından son derece faydalıdır, yalnız yaşayan biri olarak şunu söyleyebilirim; eve girişimle evden çıkışım arasında geçen 12-14 saat süresinde, insan sesinden mahrum kalmayı zamanla sevmeye başlıyorsunuz. Kazara biri gelir de bu sessizliği bozarsa onu özlüyor onu istiyorsunuz, çünkü siz artık sadece kendiyle konuşanlardansınız. bu kötü bir şey değil elbet, uzunca süre yalnız kalan insanların kendilerini tanımaktan başka çareleri kalmaz çünkü. geri zekalı gibi bütün gece tv karşısında oturuyorsan o ayrı tabi.

evde geçirilen akşamlarda can sıkıntısı sizi bir şeyler yapmaya iter, bir süre sıkılır dergi, gazete vs karıştırır, ara ara eski defterler açılır nostalji yapılır. ama geçen 3-4 ay sonunda yeterli gelmez ve kendinizi okumaya verirsiniz. yalnız yaşamanın benim için en güzel tarafı okuma özgürlüğüdür. eskiden kalabalık bir evde yaşardım ve 3 sayfa okuyamazdım. ses gürültü odaya gir çık, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi, tv sesi vs vs.

sessizliğin çarşaf gibi dümdüz uzanan okyanusunda, çıplak ayak yürümek gibidir yalnızlık. Zifiri karanlıkta parlayan bir çift göz sizinki sidir sadece, ve baktığınız her yönü aydınlatırsınız. nosce te ipsum (Latince kendini tanı) mantığıyla ipsiz inersiniz içinizdeki o karanlık kuyuya. İstediğiniz zaman yer istediğiniz zaman uyursunuz. Sadece size hizmet eder musluklar, ampüller, elektrik düğmeleri, kombi vs. siz eve girdiğinizde canlanır her şey.

yavaş yavaş bu duruma alışır hatta o durumu seversiniz, misafir gelmesin istersiniz bu güzel dünya, istanbul çölünde kurduğunuz bu yeşil vaha bir tek size aittir kimseler kirli sözleriyle ayak basmasın yemyeşil çarşaflarınıza. artık hafta sonlarını da yalnız geçirmeye başlarsınız, alıştığınız sevdiğiniz tek şey kimsesizlik olur. yalnız gidilen sinemalar, yalnız yenen yemekler, ara sıra görülen eş dost yanından gizlice yalnızlığınıza doğru kazılan tüneller.

12 Ekim 2010 Salı

Kimim Ben?


Kimim ben?

Bir insanın kendine sorduğu en basit ama
Yanıtını bir türlü alamadığı tek soru.
Kimim ben? cevabını sadece kendimizin bildiği,
Ama öyle büyük bir günahmışcasına kendimizden bile sakladığımız o gerçek,
Taktığımız maskeleri öylesine gerçeğe boyamışız ki,
Sabahın o kör karanlığında baktığımızda aynaya,
Asıl gerçeği göremiyoruz.
Kendimizi, gerçek "beni" göremiyoruz aynada.
Olmasını istediğimiz, o hep oynadığımız kişilikleri gerçekmişcesine,
Bir hastanın günlük ilaçları gibi yarım bardak suyla yutuyoruz.
Ağır ama kesin bir yenilgi beklemekte hepimizi,
Hayat bizi bir gün unutacak ve o yarattığımız şey,
O ben dediğimiz su damlası,
Temmuz güneşinde bir çölün insafına kalacak.
Mutlu olamayacağız, umutsuzluğu büyük gümüş bir madalyon gibi,
Boynumuzda taşıyacağız.
Zaman zaman bir tomurcuğun toprağın üzerine çıkışı gibi,
Beklenmedik nisan akşamlarında çıkıp gelecek gerçekliğimiz.
Ama birileri hep olacak, yüksek topuklu ve basmaktan hiç çekinmeyen,
Toprağın üzerinde, yeni filizlenmiş her türlü gerçekliğe.
Mutsuz olacağız, memnuniyetsizlik, tatminsizlik yanı başımızda gezip duracak,
Ağzı bozuk bir serseri olup çıkacağız.
Mutsuzluğumuzun beslenmesi için, bize daha fazla acı vermemesi için,
Derine sapladığı o sahtelik kargısına daha fazla abanmaması için,
Mutsuzluklardan mutluluğu süzmesini öğreneceğiz.
Kimden ve ya neden önemsiz olacak,
Başkalarının mutsuzluğundan, kendimize mutluluklar üretmekde ustalaşacağız.
Demircinin nal çakmak için atın ayağını, iki bacağının arasına alması gibi.
Oysa kimim ben?
Bu değildi 12'sinde, birini ilk kez öpüşürken gördüğünde hissettiğin o şey,
Zaman selam vermeyecek her köşe başında,
Seninde yetişme telaşın yok zaten.
Ama zaman selam vermedikce her köşe başında,
Köşelerin çokluğundan,
Yuvarlak bir dünya kuramayacağını anlayacaksın.
Zor gelecek bakışmaların o derin kesiciliği,
Vazgeçmeyeceksin, kimim ben?
Çözmek isteyeceksin,
Öylesine bir kaç adım atacaksın içinde ki derinliğe,
Korkacaksın,
Kendinle ilgili öğrendiğin bir kaç beyazlığı,
Kimseler kabul etmeyecek.
Ki can diye cekedinin sol cebine ismini yazdıkların,
Silgisel bir kaç cümle ile bitirecek bakışlarında ki seni.
Aklını ele geçirecek siyah pijamalı seri katiller,
Korkacak değilsin bu yaştan sora,
Hem kendinle ilgili bütün bunlar.
Gerçekliğin peşinden attığın her adım,
Balçık bir pirinç tarlasında,
o adını, bir türlü hatırlayamadığın çinlinin,
Alaycı gülümsemesine saplanıp kalacak.
Gerçeğin peşinden her seslenişinde,
Yirmi sekizinde, ana rahminden yeni çıkmış bir kızın,
O alaycı konuşmalarında ki, ricalara park edecek gerçekliğin.
Yoksa sen bir hiç misin?
Bir tükenmez kalemin kelimelerini kusarken ak kağıtlara,
Belli belirsiz tükenme korkusu yaşayan,
O sersemletici maviliğinde mi gerçekliğin?
Yoksa sen de mi vazgeçiyorsun gerçek denen o sahteliğin yansımasından?
Biliyorum ağır gelecek, denizin dibinden çekilen kumları,
Sırtına bırakması kocaman vinçlerin.
Pes etmek arka cebinden sarkan bir zincirin parlaklığı gibi,
Peki kimsin sen?
Ne için bütün bunlar?
Kim çok görüyor sana,
Gerçek kimliğini aramanın verdiği mayına basma durumlarını.
İçinden bir sen gidiyor senin olmadığın senliğe,
Ve vize istemiyor, içsel yolculukların gümrüğünde duran,
Pembe iç çamaşırlı, ten uyumunda uçların yaşandığı o demir kadın.
Oysa sen çok inanmıştın gerçekliğine,
Okyanusların en derinine, bir bozuk para gibi döne döne inse bile,
İnanmıştın attığın avazların seni kurtaracağına.
Ellerin göğsünde birleştiğinde, inanırmışcasına o hiç görmediğine,
Hayatının bir alt yazı gibi olduğunu anlayacaksın,
Andan öncesinde ve sonrasında bir anlamsızlık yarattığını.
Kimim ben anne?
Dokuz ayın da bir bedeli olmalı mı?
Sırt üstü yatıp seni dinlerken bi kaç santim aşağıda,
Kulağıma suyunun kaçmasına aldırmıyordum değil mi?
Havayla ilk tanışmamda,
Özgürlüğümü vermiştin bana,
Bir makasın steril soğukluğunda.
Oysa ben saklayamadım onu,
Kirli çarşafların üzerinde bıraktım,
Acıma karışıp bir sigara dumanıyla,
Paslanmış ruhlara teslim oldum anne.
Yalnızlığımın en büyük korkusuydu,
Benim başkalarıyla yatmam anne.
Beni yine sen yatırır mısın anne?
Sırt üstü yatarken bir kaç santim aşağıda,
Bir kaç santim uzak olacak sana yüreğim.
Şimdi diz üstü çökmelerin tarihe karıştığı soğuk bir akşam,
Ve ben ne kadar bakmamaya zorlasam bile kendimi,
Her sabah aynada ki o ben bana bakıyor.
Hiçliğimi bir kurban çadırında,
Satıcı ile alıcı arasında ki o pazarlığa götürüyor.
Nasıl oluyor bir gençliğin adım atması yaşlılığa?
Nasıl bir saç yıllar sonra pes ederek,
Beyaz bayrak çekiyor?
Yağan tek bir damlanın korkusu,
Düşmek midir sadece?
Yoksa sende mi yıldızlı bir gecenin siyaha boyanan arka fonusun?
Adımlarımızın büyüklüğü yaklaştırmıyor bizi,
Varmak istediğimiz o olmayan yerlere.
Bırakmayın sakın bir çocuğu,
Yalnız başına kalabalık bir hayal kırıklığında.
Ben artık anlıyorum,
Varmak istediğim o yerin,
Yeni kesilmiş bir çimen kokusundan uzak olmadığını.
Peki kimim ben?
Ben, o anlaşılmaz sahtelik piyeslerinizin figuran dekoruyum.
Bir yaprağın dalından düşerken rüzgarla giriştiği duellonun şahidiyim.
Anlamsız ve çabasız her köşede selam bekleyenim.
Sırtına bindiğim cümlelerin,
Beni azgın bir hayvancasına üzerinden atmaya çalıştığı,
Ve hiç bir kum tanesinin olmadığı kumsalın,
Orta yerine düşen başı ısırılmış bir kurşun kalemim.
Ben annesinin dokuz ayda kazanıp verdiği özgürlüğü,
Karanlık odaların, sarışın yataklarında,
Pembemsi aralıklara sıkıştıranım.
Ben bir yalnızlığın başka bir yalnızlığa gidişinde,
Erimiş asfaltın, otobüs tekerleğine yapıştırdığı sesim.
Ben bir balığın yakalanma anında ki telaşlı çırpınışıyım.
Ben boşa geçmiş 27 senenin hesabını,
Kendi aklına suni solunum yaparmışcasına,
Yüksek bir dağ yamacından gri bir okyanusa keyiflenerek,
Ölümü yaşat bana, yaşat ki tamamlansın bir mart akşamı,
Steril bir makasın açtığı yaraya bulaşan hayatı haykıranım.
Ve ben durmadan, orospu kurtçukların kemirdiği nikotin bir hayatın,
Aydınlığa çıkan patikasında rasladığım,
Turuncu bir gerçeğim.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Arthur Schopenhauer Biyografisi


Çok sevdiğim gelmiş geçmiş en büyük düşünür. hayatı hakkına bölük pörçük yazıların olmasından mütevellit sıkıntı duymaktaydım. bu yazıları ve yaptığım araştırmaları tek bir yazıda toplayarak meraklasına harika bir arthur schopenhauer biyografisi armağan etmek isterim.


Herr schopenhauer’in veznesindeki katiplere gelen habere göre patronları baba olmuştur. Katiplerden bir; -eğer oğlanda heinrich usta gibi olursa bir maymuna benzer. Diyerek schopenhauer’e özgü çirkinliğin kimden geldiğini bizlere açıklamış oluyor. Schopenhauer’lar tuhaf ve zeki insanlardı. Herkes heinrich’in büyükbabası andreas’ın hikayesini bilirdi. Büyük petro ile kraliçe danzig’i ziyaret ettikleri zaman onları misafir etmişti. Kral ve kraliçe ne soba ne de ocak olan odayı tercih etmişlerdi, çok soğuk bir geceydi ama andreas telaş etmiyordu. Konyak dolu fıçıları taşıyarak yerdeki çinilerin üzerine döktü ve aleve verdi. Ateşin yayılmaması için gerekli tedbirleri de almıştı. Kral ve kraliçe bir süre başka bir odada oturdular, kendi odalarına geçtiklerinde oda tamamen ısınmıştı ve güzel bir gece geçirdiler. Heinrich zengin bir tüccardı, büyük frederik’in serbest şehri olan danzing ile ilgili ilerici görüşleri vardı. Prusyalılar danzing’i işgal edince güzel karısı johanna ile Hamburg’a kaçmak zorunda kalır. Bu sırada Arthur schopenhauer daha 5 yaşındaydı. Heinrich arthur’un tüccar olmasını istiyordu ama ne yazık ki bunu göremeden ilginç bir şekilde öldü. Arthur schopenhauer 7 yaşındayken babası çatı katı penceresinden evin yanında bulunan kanala düşerek öldü. O dönemin dedikodularına göre karısı johanna çok güzel bir kadındı ama kocasına sadık değildi, bu nedenle herkes heinrich’in intihar ettiğini düşünüyordu. 7 yaşındaki küçük Arthur için bu olay bütün hayatını etkileyecek derecede sarsıcıydı. Babasının ölümünden sonra Arthur tüccar olmak için çok çalıştı, babasının hatırasını yaşatmak istiyordu ama bir türlü başarılı olamadı. Melankolik bir genç olmuş ve babasının trajik ölümünü bir türlü aklından çıkartamıyordu. Babası onun için hayattaki tek arkadaş tek yoldaştı, annesi ise hafif meşrep ( ki burada orospu daha doğru olacaktır ama saygı duyuyorum bu kadına sözlük neticede schopenhauer’in anasıdır) çiçekten çiçeğe konan bir kelebek gibiyid. Annesi hiçbir zaman sevmedi, annesinin babasını da sevmediğine inanıyor babasının ölümü için hep annesini suçluyordu. Bir yazar olarak annesinin de bir ünü vardı aşk hakkındaki yazıları sayesinde danzing de tanınan biriydi. Davetlerden partilere koştukça arthur’un annesine olan nefreti de artıyordu. Annesi gezerken Arthur danzing’e yerleşmiş babasının işlerini yürütmeye çalışıyor, babasının kederi ile annesinin bu taşkınlıklarını hamletvari bir düşünce şekliyle düşünüyordu. Johanna oğluna hakaret dolu mektuplar yazardı, oda oğlunu sevmiyordu. Oğlunun canını sıkmak onu mutlu ediyor, ona; -sen çekilmez aksi bir mahluksun, seninle aynı evde yaşanmaz diyordu. Napolyon ordusu ile weirmar’a girdiğinde yazdığı başka bir mektupta, - sana başındaki saçları dimdik edecek şeyler söyleyebilirim. Ama seni memnun etmek istemem. Çünkü senin insanların sefaletini izlemeyi sevdiğini biliyorum.

Oğlunun bir canavar olduğunu, kendisini hem şaşırtıp hem korkuttuğunu söylerdi. Bir gün weirmar’a annsini görmek için geleceğini haber verdiği zaman aceleyle oğluna şu mektubu yolladı; - senin saadetini işitmek isterim, fakat yüzünü görmemeyi tercih ederim. Bunu senden saklamıyorum, buraya gelmemen için her şeyi yapmaya razıyım. Seninle yaşamak istemediğimi söylemiştim. Her şeyden şikayet etmen, inatçı bakışların, hiç kimsenin anlamadığı garip fikirlerin. Bütün bunlar beni eziyor ve sıkıyor.

Schopenhauer ile annesi arasındaki çekişme nihayet nefret olmayı başarmıştı. Annesinden nefret eden schopenhauer herkesten nefret etmeye başladı. Bu dönemde - “ fikirlerimin ilk başlarında bile kendimi dünya ile bir savaş ve uyumsuzluk içinde hissettim.” Demiştir. Ticarette mutlu olmadığı için işi gücü bırakarak dönemin en ünlü eserlerinin bulunduğu gotha gymnazyum’unda klasikleri okumaya başladı. Ancak burada bir hocasıyla kavga edilince buradan da dışlandı.

Hemen ardından göttingen üniversitesine girdi, orada okumaya; kıtlıktan çıkan bir insanın iştahıyla başladı ve devam etti. Aklının değirmeni her şeyi öğütüyordu. Önce tarihle başladı, fizik,botanik,zooloji,felsefe,astronomi,psikoloji,etnografya ve hukuk hakkında yüzlerce kitap okudu. Bu dönemde şöyle demiştir –“ parlak bir yazarın ölü bir kelimesinin, yaşayan ahmak bir hatibin sesinden çok daha kıymetlidir.” Göttingen üniversitesinden Berlin üniversitesine gitti. Aklını şahsi meselelerine ayıracak kadar parası vardı, babası oldukça yüklü bir miras bırakmıştı. Bu hevesler içinde geçen zamanda kimya, mıknatıs bilimi, elektrik ve kuşların hayatı, fosiller ve eski norman şiirlerini de okudu. Deliliğin sebepleri hakkında da çok derinlemesine araştırmalarda bulundu. Berlin üniversitesinde okuyan diğer öğrenci arkadaşları, çatık kaşlı, sık saçlı ve açık alınlı schopenhauerden çekinirlerdi. Gürültüden hoşlanmaz ve yalnız yürümeyi sevdiğini herkesçe bilinmesini isterdi. Bu konuyla ilgili şöyle demiştir; - “ gürültüler bana azap verir, bir hayvan bağırması işitince adeta cellat baltası altında başımın vücudumdan ayrıldığını hissederim.” Çok ender olarak saklandığı dünyasından çıkar ve insanlarla kaynaşırdı, annesini ziyaret ederken bile habersizce değil dönemin misafirlerinin uyguladığı prosedürlere uyarak gidip gelirdi. Bu ziyaretlerin birinde yemekten sonra masadan kalkarak pencere kenarına gitmiş ve gözünü gecenin karanlığına gömerek düşünemeye başladı, masada bulunan kızlar bunu fark ederek aralarında gülüşerek onun dikkatini çekmeye çalıştılar. Fakat yanlarında oturan birisi – “ delikanlıyı rahat bırakınız, zamanla o hepimizden meşhur biri olacaktır.” Dedi.

Bunu söyleyen Goethe idi. İhtiyar şair genç filozofa hayrandı ama schopenhauer’in annesi Goethe kadar oğluna hayran değildi. Schopenhauer doktora tezi olan “yeter sebebin dört kökü” basıldığında oğlunu delicesine kıskanmıştı. Kendiside bir yazardı ve oğlunun kendisine rakip olacağını düşünürdü. Bu eserle “dört çıkmaz sokak” diye alay ederdi. Bir akşam yemeğinde annesi bu eser için –“ bana ilaç reçetelerini hatırlatan bir eser gibi geliyor” dedi. Schopenhauer annesine bakarak, sakince –“ bu kitap okunacaktır, çöp yığınları sizin kitaplarını almayıncaya kadar okunacaktır. Diyerek annesine tarihin en baba ayarlarından birini vermiştir ki aynı masada Goethe de bulunmaktaydı. Bu olaydan sonra bir daha annesini hiç görmedi. dresden’e yerleşerek bekar hayatı yaşamaya başladı. Yalnızlığı çok seviyordu ve “kalbin gerçek ve derin huzuru sadece yalnızlıkta bulur” diyordu. Maddi hayatını manevi hayatına göre düzenlediği için hiç çalışmadan sürekli okuyor ve ileride bütün Avrupa’yı sarsacak olan sistemini kuruyordu. Bu çalışmalar esnasında “ bu felsefe bana derece derece vahyoluyor. (vahiden türemiş bir Arapça kelime) tıpkı sabah sisinde çıkan güzel bir manzara gibi” alçakgönüllülük schopenhauer’in özelliklerinden biri değildi. Zaman zaman evden çıkarak Dresden sanat galerisine gidiyor ve saatlerce oturuyordu. Burada raphael’in ünlü madonnasına bakıyordu. Bunlar güzelleştirilmiş ve canlandırılmış barış ruhuydu. Tabi o dönem savaşın bitişine denk geldiği için schopenhauerin sanatı barış ile bağdaştırması çok normal. Elbe nehrinin kıyısında bir aşağı bir yukarı yürüyor ve tıpkı bir manyak gibi durmadan aynı şeyleri tekrarlıyordu. Belediye fidanlığına gittiği zaman yerden aldığı çiçeklere durmadan bir şeyler fısıldıyor portakallarla konuşuyordu. Bir gün genç bir adamın dikkatini çeker ve adam yanına giderek kim olduğunu sorar. Schopenhauer adama dikkatlice bakar ve –“eğer siz bana kim olduğumu söyleyebilirseniz çok memnun olurum” der.

Schopenhauer’e bu soru çok normal geliyordu ve dünyevi felsefe meselelerine dalıyor, “dünya benim fikrimdir” diyordu. Notlarına “güneş benim gördüğüm gibi dünya benim hissettiğim gibi.” Diye yazmıştı. Burada klasik kant etkisini görebiliyoruz. Schopenhauer bunları yazdığı sırada genç bir delikanlı olduğundan kant’ı anlamaya başladığını görebiliriz. Dresden de bulunduğu günleri hayatının bir rüyası olarak görür ve bu rüyayı yaşamayı ileride oluşturacağı felsefe sisteminin temeli olacağını düşünürdü. Peki neydi bu rüya? Schopenhauer’in Dresden de gördüğü rüya bir müddet gül rengi olsada, insanlardan çekinen onlardan kaçan biri olmasına rağmen pek çok kez cemiyetlerde yer almıştır. Bu cemiyetler Avrupa sanat ve kültür meclisinden insanlardı, schopenhauer bu insanlar arasında kültürlü ve sevilen bir insan olmuştu. Davetleri kabul ediyor, sık sık tiyatroya gidiyor ve kahvelerde yemek yiyor, Temiz ve pahalı giysiler giyiyordu. Fakat kafasının içindeki fırtına asla dinmiyor, gece yastığının altında her zaman bir tabanca ile uyuyordu. Daima kızıyor ve şüphe ediyordu. Hayatı için anormal bir korkunun acısını çekiyordu ne insanlara inanıyor nede Allaha. “inanca itimat etmektense korkuya itimat ederim.” Diyordu. Hiçbir zaman kendisi bir berberin usturasına emanet etmedi. Bulaşıcı hastalıklardan korktuğu için insanlardan kaçardı, dışarıda yemek yediği zaman çatal,kaşık ve bıçağını yanında taşır, içeceği her zaman beraberinde gezdirdiği meşin bir kupadan içerdi. Pipo ve sigaralarını sürekli kilit altında tutar onlara kimsenin dokunmasına izin vermezdi. Servetini kaybedeceği korkusuyla paralarını mürekkep kutularının altına saklar, bono ve senetlerini eski mektupların arasına sıkıştırır, mali hesaplarını almanca değil Latince ve yunanca karışımı yazarak kimsenin okuyamamasını sağlardı. Kıymetli eşyalarına kıymetsiz etiketler koyardı. Görüldüğü üzere dünyanın bu en büyük düşünürü günümüz şartlarında yaşamış olsaydı muhtemelen deli diye bir yere kapatılır ve ilaçlarla mütemadiyen uyutulurdu. Bu huyları yüzünden kendinden nefret ettiğini açıkça söyler ama platonun dediği gibi “aklı üstün olan insanların ahlak itibari ile zayıf ve adi olabilir” fikrine sarılırdı. Bu şekilde insanlardan kaçarak pesimist felsefesini kurmaya koyuldu.

Fikirlerinin sistemli bir şekilde oluşturulmasından sonra ilk eseri olan “ irade ve tasavvur olarak dünya”’yı yazdı ve baskıya yollarken basacak adama şöyle yazmıştır. “ ölmez ve büyük bir eser yaratan bu adam, kitabının toplum tarafından kabul edilmesiyle çok az incitilir. Veya eleştirmenlerin fikirlerinden çok az etkilenir, tıpkı akıllı bir adamın tımarhanedeki delinin hücumlarına ve azarlamalarına maruz kaldığı gibi.” Görüldüğü üzere schopenhauer kitabımı anlamamanız onun saçma olmasından değil sizin gerizekalı olmanızdandır diyor kısaca.

Schopenhauer bütün kötümserliğine rağmen yaşamayı severdi, kitabını bitirdikten sonra italya’ya petrarca’nın şiir ve Rossini’nin müzik diyarına gitti. Nereye giderse gitsin kadın erkek herkes, yabancı fakat gözlerinden ateş çıkaran alnı açık bu adamı hayranlıkla seyrediyordu. Bir keresinde genç bir İngiliz; “ sizin karşınızda oturmak isterim, yüzünüz beethoven’e benziyor.” Dedi. Elbiselerine çok para harcıyor ve onları sürekli temiz tutuyordu ama halka söylediği kelimeler elbiseleri kadar temiz değildi, pek çok yabancının bulunduğu cafe greco ya sık gidiyordu. Bir gün arkadaşlarına “ almanlar tarihin en aptal en akılsız milletidir, öteki milletlere çok üstün olduklarından artık dini kaldıracak noktaya gelmişlerdir.” Dedi. Bunu duyan birkaç kişinin gazıyla schopenhauer cafeden dışarı atıldı. Schopenhauer buna aldırmadı, “ ben demir devrinin yumuşak bir ruhuyum.” Diye içini çekerek basıma verdiği kitabının üzerinden çalışmaya koyuldu. Kitapla ilgili hiçbir reaksiyon olmuyordu, beklediği ilgiyi göremeyince “ kitap öldü doğdu” demişti. Omuzlarını kaldırarak “ insanları gördükçe onları daha az seviyorum” diyerek kitabın başarısızlığını onu anlamayan insanlara yüklüyordu. Bence schopenhauer burada en doğrusunu yapmıştır, içe kapanarak ki daha ne kadar fazla içe kapanılır ayrı mesele. Yazmayı ve düşünmeyi bırakabilir ve bizi kendisinden mahrum ederdi. İnsanların onun fikirlerini anlamadığını hep inandığı için yazmaya ve düşünmeye devam etti. Nietzsche’nin meşhur lafı olan “ ben kulaklara göre ağız değilim”’in asıl sahibinin schopenhauer olduğunu söyleyebiliriz. Mali krizin etkileri ile maddi zorluğa düşeceğini anlayınca bir hocalık edinmesi gerektiğini düşündü. Hocalık yeteneklerini sınamak için almanya’nın üniversite merkezi olan berlin’e gitti. “Zamanın en meşhur bilgini” burada ağzına kadar dolup taşan salonlarda ders veriyordu. Bu meşhur adam Hegel’di. Ama schopenhauer buna aldırmadı ve özellikle hegelin ders vereceği bir akşamı seçerek meslektaşlarını davet etti. Salon doluydu veschopenhauer başlangıç sözlerinde kalabalığa çok ince ve ustalıkla hitap etti. Konuşmanın devamında hegel’e ayar üstüne ayar vererek kalabalığı çoşturdu. Hegelin yazıları ile ilgili olarak shakespear dan alıntı yaparak “ bunlar delilerin sözleridir, aklın sözleri değil.” Bu sözlerin ardından salon yavaş yavaş boşalmaya başladı ve boş bir salonda yalnız başına bırakıldı. Ünlü bir profesöre nezaketsizce yüklenmesinin sonucu olarak yalnız kaldığını anlamış mıydı acaba? Hayır asla! Halk da onun dehasını anlayamamıştı J Berlinde kaldığı dönemde başka kötü olaylarda yaşadı, dinleyicilerin tavırlarından huysuzlandığı için ev sahibesiyle tartışmış kendini kontrol edemeyerek kadına birkaç defa vurmuştur. Odadan çıkan kadın yere düşmüş ve kolunu incitmiştir. Hayatının sonuna kadar çalışamayacak durumda olduğunu söyleyerek schopenhauer’ı dava etmiştir. Schopenhauer itiraz etse bile davayı kaybederek kadına hayatının sonuna kadar bakmak zorunda kalmıştır. Sonunda kadının ölüm ilanını eline aldığında ise “ obit anus, abit onus” demişti, yani “madam gitti, kabus bitti.” Görüldüğü üzere schopenhauer’ın da mizahi bir yönü mevcut. Bu davadan sonra 2. kez italyaya gitmiş ve sonra tekrar berline dönmüştür. Kitabının ilgi görmemesi üzerine; “kuru bir tohum bile üç bin yıl doğanın uyuyan kuvvetleri içinde saklanıyor ve müsait şartlar oluştuğunda bir fidan olarak topraktan çıkıyor.” Diyordu. Berlin de kaldığı dönemde kolera salgını başlayınca panik halinde Napoli ye gitti, bir süre sonra burada da çiçek hastalığı başlayınca verona ya kaçtı. Burada zehirli enfiye içtiği fikriyle paniğe kapıldı. Çok kötümserde ve hayatta hangi yöne baksa karanlık bir yön görüyordu. Bu düşünceler arasında bir zevk şehri olan Frankfurt’ a geçti, burada dünyadan uzak bir köşeye çekilerek yerleşmeye karar verdi. 45 yaşında yerleştiği Frankfurt’u hiç terk etmedi. Hayatının sonuna kadar yalnız ve münzevi hayatı yaşadı. Günlük programı hiç değişmezdi, sabahları soğuk suyla duş alır, kahvaltı eder, ev sahibesi ile tartışır, yorgun olmadığı zamanlarda öğleden önce 3-4 saat çalışır ve yazardı. Öğle yemeğinden yarım saat önce flüt çalar, hotel d’angleterre de öğle yemeğini yer tekrar eve döner bir kahve içer ve çalışmalarına devam ederdi. Akşam üstü uzun bir yürüyüş yapar, otelde şaraplı ve güzel bir yemek yer, sonra konsere veya tiyatroya giderdi. Hint mistiklerinden birkaç şey okur ve yatardı. “ hak olan uykuyu uyumak gerekir” derdi. Sanatın her alanında faal olarak ilgilenirdi. Dostu Goethe öldüğü zaman bir heykeli dikilmesi için para toplamak için kurulan teşkilata güzel bir bağış bile yapmıştır. Bununla ilgili olarak “ insaniyete kafaları ile hizmet etmiş insanların büstleri dikilmeli” derdi. Fikirleri kadınların sosyetik mevkilerinden, yemeklere kadar her şeyi kapsardı. İnsanların ilk başlarda siyah derili olduklarını ve dünyaya yayıldıkça yedikleri şeylerden ötürü beyazladıklarını söylerdi. Kant ve Goethe’nin obur olduğu konusunda eleştirilere alınmazdı. Bir defasında karşısında oburca yemek yediği birinin eleştirisi üzerine “ iştahıma hayret ediyor gibi görünüyorsunuz, sizin yediğinizin üç katı yediğim doğrudur. Çünkü beynim sizinkinden üç kat daha fazla çalışıyor” diyerek tarihi ayarlarına bir yenisini daha eklemiştir. Her gün yemeğe başlamadan önce tabağın kenarına bir altın koyar ve garsonun üzülmesine bakmadan yemeğin bitiminde altını tekrar cebine koyardı. Bunu neden yaptığını soran arkadaşlarına, “arkadaşlarımın yemekte, kadınlardan, atlardan ve köpeklerden daha ciddi bir konudan bahsettikleri gün bu altını garsona vereceğim.” Diyerek ayar vermeye doyamamıştır. Parasına kıyamadığı halde yemeklerden sonra dinlenme odasında saatlerce oturur ağzından yere kadar uzanan çubuklar içerdi. Dumanı burnundan verirken masanın üzerinde duran kant’ın büstünün hemen yanında duran yaldızlı buda heykeline dalardı. Hint ve Tibet felsefesini Avrupa ile ilk tanıştıran filozofun schopenhauer olduğunu düşünürsek bu durumun çok normal olduğu görüşebilir. Güncelik çalışma programına eksiksiz uyduğu ve bu programın dahilinde hint mistiklerini de okumak vardı. Hayatı boyunca yalnız bir adam olarak yaşadı tek dostu küçük finosuydu. Schopenhauer finosuna “atma” derdi. Atma dünyanın ruhu demekti. Küçük atma Frankfurt sokaklarında sahibi kadar meşhurdu, komşu çocukları ona küçük schopenhauer diyordu. Ne kadar meşgul olursa olsa atmanın yürüyüşlerini asla aksatmazı. Miyop olmasına rağmen schopenhauer gözlük kullanmaz, yürürken bastonunu sık sık yere vurur, ne sağa ne sola bakmaksızın anlamsız homurtular çıkartırdı. Bazı günler yolsa yürüyen insanlara çatar “doğru düzgün yürümeyi bile öğrenememişler” diye çıkışırdı. Hayatta her türlü olaya felsefi bir açıklama getirmeye çalışırdı ve buna kendi hal ve tavırları da dahildi. Seyahat istediğini kaybettiğinde bunu gençliğin seyahat sevgisini atalarımızın göçebeliğine bağlardı. Hayatının bazı dönemlerinde evlenmeyi düşünmesine rağmen hiç evlenmedi ama bazı romantik ilişkileri olmuştu. Bu ilişkilerin birinden gayri meşru bir çocuğu vardı. Bu çocuğu ölümüne kadar reddetmişti. Ama fikirleri bir kadının sıcaklığına ihtiyaç duyduğunu söylediğinde ise şöyle demişti; “bir kral olsam ilk emrim, beni yalnız bırakınız olurdu.” Ve şöyle ilave etti; “evlenme emek harp ve arzu demektir.”

Nihayet tanınmıştı, haftalarca konuşmadan durması adetiydi. On yedi sene geçmesine rağmen hiçbir eser bastırmamıştı, ama 1835 de bu bekleyişe bir son vererek, tabiatta irade diye bir eser yayınladı. Bu kitapta bütün ömrünce yarattığı felsefe yatıyordu, bu eserden sonra tasavvur ve irade dünyası adında ki eserini yayınlayarak felsefi gelişimini tamamladı. Herkes kitaplarını okuyordu, dünyanın her yanında dostları orta çıkmıştı, bununla ilgili olarak şöyle demişti; “ihtiyaç içinde olan bir arkadaş gerçekte arkadaş değil, borç alandır.” Pek çok genç ve yaşlı felsefecinin eserlerinin parlaklığından dolayı gözlerinin kamaştığını söylüyor ve schopenhauer’ı bir devrin peygamberi olarak ilan ediyorlardı. Bu yalakalıkların çıkması, pesimist-optimist felsefeciyi şaşırtmadı. Kendine olan inancını ve güvencini hiç kaybetmemişti. Ama yinede biraz geç kalınmıştı, hayatının sonbaharına giriyordu. “şimdiye kadar uzun, yalnız ve önemsiz bir hayat yaşadım, şimdi ise beni davul ve zurnalarla uğurluyorlar.” Diyerek adeti olan istihzayı yapmaktan geri kalmamıştır. Dünya sonunda schopenhauer’ı keşfetmiş ve onun bu kötümser felsefesinde yeni bir cesaret bulmuştur, herkes tasavvur ve irade dünyasını okumuş, fikirlerini orjinalliğine hayran kalmıştır. Genç filozof adayları yaşlı üstadın fikirlerini yüksek sesle bağırıyorlardı. Bu günlerde schopenhauer erkek bir kedi misali güneşte uzanmış dinleniyordu, gazetelerde dergilerde hakkında çıkan yazıları topluyordu. Evine gelen misafirler saatlerce bu büyük düşünürü inceler gözlerle süzüyor hakkında bilinmeyenleri öğrenmeye çalışıyordu. Schopenhauer pek çok kere rahatsızlık verdikleri için misafirleri evden kovardı. Ve artık 65 yaşındaydı.


ölümü ve sonrası için biraz ara veriyoruz.